Demirkubuz üçlemesiyle, yani birbirinin farklı şekilleriyle; Kader, Masumiyet ve Hayat. Ne anlattığından çok ne hissettirdiğiyle ilgilendiğim bir yazı oldu açıkçası. Hayat ve aşk; birbirinden farklı bağlamlarda sürüp giden, sürekli iç içe bir karmaşayla insanları bitiren ve kökünü yüreğine akıtan bir sarmaşık gibi. Sanki aşk, hayatlarımızı ortadan ikiye ayırıyor keskin ve ince bir çiçekle’. Kalbimize bağımsız bir nefes bırakarak tek bir kişiye onun uğrunda herkesi harcayabileceğimize dair ant içiriyor; adaletsiz bir sözleşme imzalıyoruz, koşarak gidiyoruz hem de bu imzayı atmaya.
Filmlerden anladığım şeylerden biri şudur: İnsanın hayatta inandığı şeyin peşinden gitmesi, her zaman güzel bir yolculuk ve arzulanmış mutluluğu vermez. Hatta kendimize sunulması gerektiğini düşündüğümüz vaatler hınçla intikam alır heveslerimizden. Sonra biz de, istediğimiz şey için birine zarar veririz ve masumluk, sarmaşıklarla başka bir hayata akar gider. Ta ki bizi tekrar ölümle bulana dek. İnandığı şeyin peşinden gitmek; onurlu bir mücadele olacağı anlamına gelmez ve haksızlıklara uğrattığımız hayatlar, yollarından çevirdiğimiz vefasızlığımız, tıpkı Yusuf’un mahkemesi gibi bir gün vicdanımızın kapısından çıkar gider… Ruhumuzda nereden geldiğini çözemediğimiz bir rahatsızlık ve kimsesizlik duygusu peyda olur. Sevgilisinin peşinden şehirler giden ve bedeninden, her şeyinden vazgeçen Uğur gibi, hayatla kendince anlamlar yaratarak mücadele eder. Harap olmuş, vazgeçilmiş bir ömür ne için feda edilir? Uğur bunu kendine suç sayar; sevmek, suçtur. Ziyan olan hayatlar ise cezası… Kendine kıyan Bekir gibi, yok olup gitmiş, ziyan olmuş hayatımız için bir gömlek asılır dünyanın ucuna ve dönüşüm her şeye rağmen eder. Masumluk sadece Tosun ve Çilem için yani çocuklar için geçerlidir. Aşkı namussuzluk olarak gören ve namus cinayetiyle hapse girip çıkan, âşık olunca çaldıkları önünde aşkın büyüklüğüne ve insanı delirten gücüne pişmanlıkla diz çöken Yusuf ise, bilmemenin temsilidir. Aşk, bahanelerin en kayıtsızca kabul göreni ve de hadsizlikler içinde büyümüş en güzel sebeplerin şahanesidir. Bekir’in gerçekten de işe yaramaz, korkak, bencil biri olması gurursuzca Uğur’un peşinden gitmesiyle silinir sanki sahnelerden. Onun bu kadar mağdur hale sokması kendini, Uğur’un peşinde hayatı zımbalarken cüzdanında çocuklarının fotoğrafını taşıması bile bir babalık kisvesi doğurur Bekir gibilere. Uğur ise annesi onun gözünde ne kadar vefasızsa kendince bir o kadar sadıktır sevgilisine. Ailesini yokluğa, kimsesizliğe terk etmek, aklında kalsa bile vicdanında kalmaz. Hayatım düzene girsin diye Çilem’i doğuran ve onu da peşinden sürükleyerek saçma sapan bir hayat yaşatan Uğur, ömrünü Zagor’a öyle bir adamıştır ki onun uğrunda herkesi feda etmiştir. Kendi kardeşinden, çocuğuna, Bekir’den Yusuf’a kadar. Bazen tek bir sağa dönüş, bir anlık duraksama tüm hayatı değiştirir. Masumiyet ‘in başında Yusuf’un Zagor’un fotoğrafını görecekken son anda geri çekilmesi gibi, bazı anlar hikâyeyi yazdırır ve insan oynarken onu durdurabileceğini çok sonraları ıssızlık içinde fark eder. İnsan ya kötüdür ya da henüz büyümemiştir… Masumluk ise tıpkı Yusuf gibi, pişmanlığın kötülükten arınmış hali ve kefaretin karşılıksızlığını kabullenmiş bir vaziyette olmaktır. En sağlıksızından ve adanmışından birini sevmek, kendinden vazgeçmektir.
Peki, gel gelelim Hayat filmine… Kadına bakış açısıyla beni gerim gerim geren ve eksik bırakan bir filmdi. Farklı hayatlardan farklı mizaçlardan birçok erkek karakter barındırırken ikiden fazla kadın karakteri olmayan ve hatta Masumiyet‘in Uğur’unun farklı bir perspektifini gördüğümüzü varsayarsak, varyasyonlarla aynı kadınları izleyip duruyoruz aslında. Farklı bir son muydu izlediğimiz Demirkubuz filmlerinin ötesinde yoksa ‘’Uğur, Bekir’e şans verseydi ne olurdu?’’ evrenini mi gördük hepimiz? Ne olursa olsun şiddetin bir sebebi olabilirmiş mantığıyla ilerlemek isteyenlerin sığ bir şekilde kapılacağı anlatılar vardı ancak bu sığlıktaki insanların da filmin sonunu getirebileceğine inanmadığımdan rahatlıyorum diyebilirim. Kendi yolunu kendi çizmek isteyen genç bir kadının yanlış veya doğru kararlarıyla hayatı sürükleyişini, hiç kimsenin ama hiç kimsenin siyah ve beyaz olamayışını gördük. Hicran’ın babasıyla olan ilişkisi daha doğrusu olmayan ilişkisi sürekli seçimlerine olumsuz bir şekilde yansırken filmin sonunda bile affedilmeyi beklemesi, kendini hiç sevmediğini gösterdi bence. Savrulmuş birinin anlık öfke kusmalarıyla üstünde nefret olan sevgi açlığını doyurmaya çalışmasını, esirgenmiş sevginin kaynağında yine kötülüğün olması gerektiğini düşünürken hayatında ilk defa minvalsiz bir özürle donuk bakışların hayattan nasıl fışkırdığını gördük. Orhan’dan sürekli şiddet beklemesi, Ferit’in hem acımasız hem de kötü biri olması ancak yine de onunla beraber olması ve sürekli aklında olan en sonunda da mutlu sonla buluştuğu Rıza’nın bile, cinayet işledikten sonra aklında yer etmesi buna sürükledi beni. Ona zarar vermekten başka bir şey yapmayan babasının yerinin hiç sarsılmaması ancak annesinden çoktan vazgeçmiş olması. Zayıflığın el uzatmayı değil de el çekme hissi uyandırdığı iğrenç gerçeği, Hicran’da gördük. Hicran el çektiği herkesin elinden kaçarken şiddetin, sertliğin belki de alçak da olsa bir duruş sergileyebilmenin içindeki caniliği tanıyordu sadece. Arayıp arayıp bulamadıklarımızın içimizden taşmasına müsaade ederken, seçimler yaparak ilerlediğimiz ağlama krizlerinden, aslında uğraşılarla yaşanılan hayatların bile benzer bir adilikte olduğunu görmek, hayatın içinden, tekinsiz bir duvara yaslanmak gibi bıraktı beni bir gece lambasının altında. Sıfatlar vermeden karakterlerin gözlerine bakmak isterdim ve sessizce dinlemek. Tek bir bakış, on dakikalık yıllar önce edilmeyen sohbetin diyeti nasıl bir dönüşüm sağlayabilir insanda? Kaçırdıklarına mı ağladı Hicran, değeri, sevgiyi bunca zaman yanlış anladığının farkındalığına mı? Hayatın içinden olsaydı o son gerçekten yaşanır mıydı, bilmiyorum. Belki de her hayatı mahvolan durduğu yerden dibe batmıyordur diğer filmlerindeki gibi. Umut, tünelin bir ucundan karanlığa gömülürken inanmayı bekletiyordur yıllar sonrasına.
Kader’de saplantı vardı, masumiyet öldü, takıntı başladı ve herkes hayat deyip geçiştirdi insanın pis, güvensiz ve kuytu halini. En çok kendine kıydığında acımasızlaştı herkes, acı çekiyorsa herkese her şeyi yapmaya hakkı vardı. Mağdur olduğuna inanıyorsa bir insan, diğer insanların hayatını nasıl meşgul ettiğine şaşar kalırsınız.
Ömür boyu bir affı beklemek, Hicran’ın kendine kestiği ve üzerine hiç düşünmeden kabul ettiği bir cezaydı. Affetmeye hakkı mı var sanki insanı gitmeye zorlayanın? Gidenin vicdanı hicransa ve bu kaçmaksa en zaliminden, kendine bir yurt edinmeden başka ailelere dâhil olmaksa kurtuluş ve sonunda ataklarla bir namazsa bizi bekleyen… Doğru ya da yanlış en azından benim diyebilmeli insan içine. Doğru ya da yanlış en azından benden diyebilmeli insan, dünyaya getirdiğine. Hayat, doğrulardan yanlışlardan oluşabilecek kadar düz bir çizgide ilerlemez ve tercihler, bir sarmaşık gibi birbirilerinin yoluna çıkıp tehdit ederler kaderi. Masumiyet, sarmaşık çoğaldıkça kaybolur ve insanın içi karışır. Karıştıkça ne siyah, siyah kalır; ne de beyaz temiz. Doğrular ve yanlışlar aynı sarmalda dans ederken insanlar saklamaya çalışırlar figürlerini, kısık sesle içini keser ki uyanmasın yargıçlar. Kader, Masumiyet ve Hayat. Kadın yurtsuzluğu ve erkek hadsizliği. Erkeklik gururu ve kadın kayıtsızlığı. Ah şu erkeklik gururu, yurtsuzluk kadar can yakar mı? Yakar. Hadsizlik mi kaybettirir, kayıtsızlık mı peki? Onu da size bırakıyorum.