Biz büyükler, çocukları sevdiğimizi söylemeyi çok severiz. Onlar için “geleceğimiz” deriz, “her şeyimiz” deriz. Ama iş onların hakkını savunmaya gelince nedense herkes sessizleşir. Oysa çocuk dediğimiz varlık sadece sevgiyle değil, hakla korunur.
Avukatlık hayatımda en çok içimi yakan dosyalar çocukların taraf olduğu dosyalar olmuştur. Şimdiye kadar bir çok velayet savaşlarına tanıklık ettim. Birbirine düşman olmuş anne babaların, çocuğu bir silah gibi kullandığına defalarca şahit oldum. Önce eşler çocukları paylaşamadılar, birbirlerine göstermek bile istemediler .. Sonra her şey bittiğinde, boşanma gerçekleştiğinde çoğu zaman her iki taraf da çocukları aramaz ya da istemez oldu. Kusura bakmasın kimse, bu çocuk sevgisi değil.
Türk Medeni Kanunu’nda “çocuğun üstün yararı” ilkesi var. Çok güzel yazılmış. Ama bu maddeyi gerçek hayatta uygulayan kaç kişi var? Mahkemede velayet isteyen ebeveynlerin yüzde doksanı kendi haklarından söz eder, çocuğun hakkından değil. Kendi hırslarına, taleplerine ve intikam hislerine alet etmeye çalışırlar onları. Oysa çocuğun ne istediğini sormak, onu dinlemek ve karar süreçlerine dahil etmek hukuk adına da vicdan adına da zorunluluktur.
Türk Medeni Kanunu, Türk Ceza Kanunu, Çocuk Koruma Kanunu… Hepsi çocukları korumayı amaçlıyor. Ama kâğıt üzerindeki koruma ile gerçek hayattaki koruma arasında dağlar kadar fark var. Her gün bir çocuğun istismar edildiğini, çalıştırıldığını, ihmal edildiğini ya da anne-baba çatışmasının ortasında sıkıştığını görüyoruz. Hukuk burada sadece devreye girmemeli, çocuğun yaşamına aktif olarak dokunmalıdır.
Aile mahkemelerinde görev almış bir avukat olarak söylüyorum: Velayet davaları çocuklar için bir satranç tahtasına dönüşmemeli. Görünürde olan “Çocuğu kim daha çok seviyor?” savaşı, çocuğun üstün yararı ilkesini gölgede bırakmamalı. Hukuk, burada bir hakem değil, bir kalkan olmalı. Ve bu kalkan, çocuğun sadece bedensel değil, duygusal, zihinsel ve sosyal gelişimini de kapsamalı.
Anayasa’nın 41. maddesi, çocuğun korunmasıyla ilgili devlete açık bir görev yükler. Ancak o görev, sadece devletin değil; biz hukukçuların, öğretmenlerin, anne babaların ve hatta komşuların da omzundadır. Bir çocuğun aç kaldığını, dayak yediğini, okula gönderilmediğini biliyorsak ve sessiz kalıyorsak; biz de hukukun boşluğuyuz demektir.
Çocuk hakları bir lütuf değil, anayasal bir güvence. Ve biz yetişkinler, bu hakkın bekçisiyiz. Öyle “çocukları seviyoruz” demekle olmuyor bu işler. Sevgi, hakla tamamlanmadıkça bir şey ifade etmiyor.