“Evrenin hem gerekli hem de zorunlu değişimleri içinde yuvarlanıp giderken, ister istemez ardımızda boynu bükük hatıralar bırakıyoruz. Tıpkı bir zamanlar hayatın tam ortasında olup bugün adı bile anılmayan meslekler gibi… Bir zamanlar Uludağ’ın zirvesinden bin bir zorlukla getirtilen buzlar ve onları her türlü imkânsızlığa meydan okuyup dağları aşarak Bursa’ya oradan da İstanbul’a kavuşturan, padişahın “Uludağ’daki karların manevi sahibi” fermanı verdiği “Buzcular” gibi…”
“Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk başkenti olan ve ilk 6 padişahın mezarına da ev sahipliği yapan Bursa, tarih boyunca hem tarımsal üretim zenginliği hem İstanbul’a yakınlığı ve denizyolu ulaşım olanakları nedeniyle İstanbul’un ve sarayın iaşesini sağlayan en önemli şehirlerden biri olmuştur. Saraya tahıl, sebze, meyve, et vb. gıdalar gönderen Bursa, buzdolabının olmadığı o yıllarda sarayın yiyeceklerini saklama ve içeceklerini soğutma gibi amaçlarla saraya buz da temin ediyordu. Yaz aylarında Uludağ’ın zirvelerinden baltalarla kesilip özel beyaz keçelere sarılarak katır sırtında Mudanya iskelesine taşınan buzlar, oradan da buz gemileriyle saraya ulaştırılıyordu. Saraya buz temin etme görevi ise padişah fermanı ile Buzcular ailesine verilmişti. 21 kuşak Bursalı olan ve “erkek evlattan erkek evlada geçen” bu görevi yüzyıllarca yerine getirerek, meslekleri nedeniyle “Buzcular” soyadını alan [kadim] bir aile…”.
Bu yazımda, benim de mensubu olmaktan gurur duyduğum, Bursa’nın en köklü ailelerinden biri olan “Buzcular” ailesini ve çocukluğunda Tuzpazarı’nda buz satan, daha sonra başka mesleklere geçse de buzculuk hikâyesini araştırmaktan hiç vazgeçmeyen İsmail Buzcular’ın kişisel yaşam öyküsünü ve kuşaktan kuşağa aktarılarak yüzyıllarca süren buzculuk hikâyesini anlatmak istiyorum.
Padişah Abdülmecit diyor ki
“Buzcubaşım! Siz Gazi Abdurrahman’ın ahfadından geliyorsunuz. Erkek evlattan-erkek evlada geçen bir soyla tam 640 senedir yaşıyorsunuz. Hiç böyle şey olur mu? Size evliya duası sinmiş.”
Padişah Abdülmecid kalabalık bir kafile ile 25 Haziran 1844’de önce Mudanya’ya ve sonra da Bursa’ya geliyor. Bu ziyaretin sebebi, Temenyeri’ndeki Hünkâr Köşkü’nün açılışıdır. İstanbul’da bindikleri ve Mudanya’ya geldikleri geminin adı Eseri Cedid Buz Gemisidir. Padişahı karşılayan ve ağırlayan, Buzcubeyler ailesinden Osmanlı Sarayı’nın Buzcubaşısı Hasan Bey’dir. Bu ziyaret sırasında Padişah Abdülmecid önündeki evraklara göz gezdirerek diyor ki: “Buzcubaşım! Siz Gazi Abdurrahman’ın ahfadından geliyorsunuz. Erkek evlattan-erkek evlada geçen bir soyla tam 640 senedir yaşıyorsunuz. Hiç böyle şey olur mu? Size evliya duası sinmiş.” Padişah Abdülmecid, sarayın açılışını yapıyor ve 4/8 gün Bursa’da kalıyor. Atalarını ziyaret ediyor. Kaplıcalara gidiyor ve ava da zaman buluyor. Dönüşü de aynı gemi ile ve Bandırma-Çanakkale-Gelibolu-Tekirdağ yolu ile Adalara da uğrayarak, İstanbul’a varıyor.
Gazi Abdurrahman Bey
Osman Bey bir gün, cengâverlerini Söğüt’te topluyor ve size bugün “Beylik” vereceğim diyor. Sonra Abdurrahman Gazi’ye dönüyor ve ilk önce sen söyle koca gazi diyor. Senin hizmetin çok geçti diyerek, cevap bekliyor. Gazi de ona, ben hisar misar istemem, ben senden ayrılmam diyor. Gündüz Alp’e ve Turgut Alp’e Eskişehir’i, Aykut Alp’e İnönü Hisarı’nı, Orhan Bey’e Karacahisar’ı, kayınpederi Şeyh Edebali’ye de Bilecik’i veriyor. O zamandan sonra bu cengâverler Bey diye bilinip söyleniyor.
İlk fütuhat gerçekleşiyor: Karaca Hisar alınıyor
Gazi Abdurrahman kalabalık ailesindeki eli silah tutanlarla kimseye haber vermeden önce Aydos (Yarhisar) denilen yere geliyor. Kaleyi dolaşarak bazı fikirler yürütüyor. Fakat nedense yalnız kalıyor ve kalenin askerleri Gazi’yi yakalayıp, zindana atıyorlar. Bütün tarihler, Abdurrahman Gazi’nin çok yakışıklı olduğunu yazar. Aydos Tekfuru Nikefor’un şövalyesi Adrikonos, atı ile bir sudan geçerken (Süleyman Şah gibi) suya düşüp boğuluyor. Karısı, Evdoksiya dul kalıyor. Nasıl olduysa, bu hanım Abdurrahman Gazi’yi görmüş ve çok beğenmiş. Ortalık karanlığında elindeki anahtarlarla zindanı açıp Gazi’yi kaçırıyor. Beraberce Karacahisar’a gidip evleniyorlar. Gazi daha sonra gene adamlarıyla Aydos’a gidip, kaleye giriyor. Halkı çıkarıp salıyor ve anahtarları Osman Bey’e teslim ediyor. Evdoksiya’nın adı Gül Hatun oluyor. Müslümanlığı kabul ediyor ve Gazi’ye bir erkek çocuk veriyor. Bu çocuğun adını, Kara Abdurrahman koyuyorlar.
Abdurrahman Gazi ikinci seferini, Yalakabad’a (Yalova’ya) yapıyor. Daha sonra da Semendir’i (İzmit) alıp, ikisinin de anahtarlarını Orhan Bey’e veriyor. Tarihlerde Abdurrahman Gazi’nin 1341 senesine kadar adı geçiyor. Bir daha hiç geçmiyor. 1329’da Eskişehir’de öldüğü yazılıdır. Edirne-Ezine’de Abdurrahman Bey Camii diye bir cami var. Bu çok eski caminin Gazi Abdurrahman tarafından veya onun ismine izafeten yaptırıldığını düşünüyorum.
Sıradışı bir Buzcubaşı: Yedinci kuşak Buzcubeyi, Reisülküttap Feridun Bey
Ahmet Feridun Bey üç padişaha (Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim, III. Murat) Reisülküttaplık ve Buzcubaşılık yapmıştır. 1557 senesinde Reisülküttap olmuştur. Feridun Bey bu vazifede üç eser yazıyor. Aynı zamanda Divan Başkanı olarak Divan’ı açıp kapatmıştır. Protokolde her zaman yerini alıyor. Kendisine büyük ihsanlar veriliyor. Ayrıca 100 bin kişilik tımar sahibi oluyor. Bu arada eski Sadrazam Rüstem Paşa’nın kızı Ayşe Hümaşah ile evleniyor. Feridun Bey, Reisülküttaplık yaparken, bir gemi alarak hem saraya iki ay buz taşıyor hem de diğer on ay İstanbul-Bursa arasında devamlı gidip-gelen eşya ve erzak taşıtıyor.
Padişah fermanlarında buzcubaşılık
Fermanlarda yazılanlar hemen hemen aynı cümlelerden teşekkül ediyor. Üst kısmında yarıya kadar Buzcular ailesine methiyeler yer alıyor. Buzcubaşım, Al-i Şanım (yüksek nişan), Ayandan ve Hassam (kendi insanım) gibi ifadeler yer alıyor. Buzcubaşılık hissesinin vakıf (Hüdavendigar Vakfı) hissesi olarak verildiği ve bu icazetin ailede erkek evlat kalmayıncaya kadar devam edeceği ve bu ailede erkek evlat kalmazsa, bu hakkın hazineye intikal edeceği yazılıdır. Bursa’da bir başkasının buz getirmesinin kesinlikle yasak edildiği, bu hakkın padişahların nefsi ve nefsi hümayunu için verildiği yazılıdır. Başkasına satılamaz olan bu hak için başkasına devredilemez kaydı da vardır. 5-6 asırlık bu icazet, 1807 senesinde III. Selim tarafından fermanla tescil ediliyor. III. Selim’den önce, her hafta saraya giden buzun sadece ırgat parası ödenirken, III. Selim’den sonra ise buzun sadece nakliye parası ödenmiş. Mevsim sonunda da buz parası bir defa olarak ödenmiş. Padişah Abdülaziz zamanında, Uludağ’a bugünkü yol şose olarak yapılıyor. Abdülaziz bir ferman çıkartıyor. Bu yolun sağı ve solundaki 5 metre dışındaki buz ve karlar, buzcu başına aittir hükmünü koyuyor. Saraya yapılan buz nakliyesi gece devam edermiş ve en az üç gece sürermiş.
Saray’ın Buzcubaşları
4. Kuşak 1486 Reis Mansur II. Beyazıt zamanı
5. Kuşak 1522 Yakup Bey Kanuni Sultan Süleyman
6. Kuşak 1526 Hacı Musa Bey Kanuni Sultan Süleyman
7. Kuşak 1576 Feridun Bey Kanuni - II. Selim - III. Murat
8. Kuşak 1634 Sefer Ağa IV. Murat – Deli İbrahim
9. Kuşak ------ Derviş Bey IV. Mehmet
10. Kuşak 1677 Tahir Bey IV. Mehmet
11. Kuşak 1759 Derviş Mehmet Bey III. Mustafa
12. Kuşak 1763 Halil Bey III. Mustafa
13. Kuşak 1807 Hacı Salih Bey III. Selim
14. Kuşak 1847 Mehmet Halil Bey Abdülmecid
15. Kuşak ------ Hasan Bey Abdülmecid
Bu tabloda bir kere Saray’a kirli buz gönderildiği için buzcubaşı değiştirilmiştir. Bu olayda Yakup Bey’e işten el çektirilmiştir. Ancak bu iş aileden başka birine (ya kardeşine ya da amca çocuğuna) devredilmiştir. Dolayısıyla Buzcular ailesinden başka biri buzcubaşı olmamıştır. 1922’de Saltanatın kaldırılması ile buzcubaşılık işi de son bulmuştur. Cumhuriyet döneminde aile 1940 senesine kadar buzculuk işine devam etmiştir.
Buzcubaşı İstanbul’da nerede bulunuyordu?
Padişahların mutlaka bir buzhanesi olurdu. Buzcubaşının işyeri, Saray Sebzehanesi’nin bitişiğinde bir yerdir. Buzcubaşı, yaz kış devamlı orada dururdu. Yanında devamlı çalışan 300 kişi vardı. Ayrıca kayıklarında çalışan 300 kişisi daha vardı. İstanbul içindeki açık ve kapalı 5-6 buz kuyusu bulunuyordu. Kış aylarında toplanan buzlar, bir elden idare edilirdi. Bu buzlar 150 Ayan ve eşrafa tahsis edilirdi. Kış gelince yağan karlar, 250 kürekçi ile toplanır ve kuyulara tepilirdi. Bu toplama işine Kaptan Paşa’nın 12 hizmetçisi de katılırdı. Ayrıca bostancılar ve yeniçeriler de aynı işe katkıda bulunurlardı. Bu işi yapanlara yemek vermek de Buzcubaşı’na düşerdi. Bu toplama karlar çok çabuk eridiğinden, her hafta Bursa’dan İstanbul’daki Saraya 3-4 ton kar ve buz yollanırdı. O zamanlar İstanbul’da açık ve kapalı olarak 70 adet buz deposunun olduğu bilinmektedir.
Saray’daki buz taksimatı
Giden buzlar Saray’da şu şekilde taksim olurdu: Padişaha (Mutfağına, Helvahaneye, Şerbethaneye, Haremine), Sadrazama, Yedi Vezire, Şeyhülislama, Kazaskere. Her hafta 30-40 yük buz bu kişilere taksim olurdu. Bu taksimat, şehzadelerin düğünlerinde ve imparatorluğun kutlama günlerinde daha büyük ölçülerde gerçekleşirdi.
Evliya Çelebi diyor ki:
İlk seyahatimi Bursa’ya yapmaya karar verdim. Hazırlıklarımı tamamladım. Padişahtan icazet aldım. Kar mevsimi olduğu için, bu yolculuğu buz gemisi ile yapmayı doğru buldum. 1647 senesinde Sarayburnu’ndan buz gemisi ile denize açıldım. Bir zaman sonra, gemide fasıl başladı. Sesi çok güzel olan biri dikkatimi çekti. Merak ettim ve kimdir bu arkadaşımız diye sordum. Cevap olarak, Padişah Deli İbrahim’in buzcubaşısı, Hacı Sefer Ağa’nın tamburcusu olduğunu ve aynı zamanda kemençe de çalabildiğini söylediler. Bu fasıl, seslerin güzelliği ile Mudanya’ya kadar devam etti. Zaman çok çabuk geçti. Mudanya’ya nasıl vardığımızı anlayamadım. Mudanya’dan Bursa’ya geldiklerini ve oradan da birkaç gün kaldıktan sonra Bursa’dan Uludağ’a çıktığını ve oradaki kuyuları gezdiğini ve Bakacak’a giderek Bursa’yı seyrettiğini, İznik ve İnegöl’e gittiğini yazıyor. Kardaki kurdun, buzları eritmediğini yazıyor. Buzda kurt olmaz. Çünkü bir sene içinde tekrar tekrar yağan kar yağmur ve güneş, karı o kadar buzlaştırır ki, bir canlının içinde yaşaması mümkün olmaz. Evliya Çelebi, dönüşte de aynı buz gemisi ile İstanbul’a döndüğünü yazıyor.
Safiye Sultan diyor ki:
Saray’da kar ve buza o kadar alıştık ki, onsuz ne bir şey yiyebiliyoruz ne de içebiliyoruz. Öğrendim ki, Buzcular bu buzları Saray’a 25 fersah mesafeden çok zor şartlarda temin edip, geceden geceye taşıyarak, 20 saat gece yolculuğu ile bizlere ulaştırıyorlarmış. Kendilerine de her sezon sonu, küçük bir servet verilmiştir.
Hürrem Sultan diyor ki:
Saray’a İstanbul dışından üç şey geliyordu: Bosna’dan Bal, Makedonya’dan Tereyağı ve Keşiş Dağı’ndan buz.
Buzcuların dağ yolu
Bursa’dan Uludağ’a çıkan üç yol vardır. 1. yol, en eskisi olan köy yoludur. Maksem Mahallesi’nden başlar. Gökdere boyunca gidilir. Önce Elmaçukur Köyü, sonra da Karabelen yolu ile şoseyle birleşir. 2. yol, yine Maksem’den başlar. Hünkâr Köşkü, Buzcular Çeşmesi, Tekirler, Sarıalan yolu ile gidilir. Buzcular genellikle bu yolu tercih ederdi. 3. yol, Sultan Abdülaziz yolu olarak bilinen, vasıta ve araç yoludur. Bu yolda Tekirlerden çıkmak ve inmek için beygir denilen yük atları kullanılırdı. Ayrıca küçük ve büyük çukurlar ile Gölbaşı karlıkları da geçilmesi zor yollardı.
Temmuz sıcağında donma olur mu?
Sene 1930’ların sonları; Buzcubeyler’in iki bekârı vardır. Birinin adı Haydar, diğerinin adı Ahmet. Haydar, Elmaçukur Köyü’nden. Ahmet ise Soğukpınar Köyü’nden. Temmuz ayı sonunda 4’er at ile buz getirmek için Uludağ’a doğru yola çıkmışlar. Sarıalan’a gelince hava çok bozulmuş. 12 Katırcı ile yol üzerindeki Otelgözü diye bilinen kapalı bir binada beklemeye başlamışlar. Ertesi gün de çıkamamışlar. Fakat Haydar, ben çıkıyorum diyerek, atlarla beraber yola koyulmuş. Kendine ve atlara güvenen Haydar, Zirve’deki Koca Çukur’a gitmiş. Buzlarını kesip sarmış ve dönüşe geçmiş. İkinci gün, hava düzelmiş ve katırcıların hepsi çıkıp, zirveye doğru yol alırken, Kayaevi’ni biraz geçtikten sonra, Haydar’ın bir kayaya yaslanmış olarak donduğunu anlamışlar. Ahmet elindeki atları diğer arkadaşlarına bırakıp, bir atın yükünü indirmiş ve o atla Haydar’ı Bursa’ya, köyüne getirmiş. Ahmet de bir süre sonra işten ayrılır. İkinci Dünya Savaşı başlamıştır ve işler iyi gitmemektedir. Bunun üzerine 1940 senesinde Buzcular ailesi buz taşıma işine son verir ve böylece bu iş tarihe karışmış olur.
Dedemiz Lodos
II. Abdülhamid zamanında Bursa’da Vali Ahmet Vefik Paşa’dır. Bursa’ya çok kar yağdığından, hayat felce uğramış. Kimse işine gidememiş. Dükkânlarını açamaz olmuşlar. Paşa, çağırın buzcubaşını demiş. 15. kuşaktan buzcubaşı olan Hasan Bey, valinin huzuruna varıyor. Buyurun paşam diyor. Paşa, kaldır bu karları, hayat felç oldu diyor. Hasan Bey de bu kadar karı ben kaldıramam ama benden büyük bir tüccar var. O gelirse hepsini bir anda kaldırabilir diyor. Paşa nasıl şey o deyince, dedemiz Lodos diye cevap veriyor. İki gün sonra Lodos çıkıyor ve bütün ovayı sel basıyor. Bu sefer Hasan Bey, çağrılmadan huzura çıkıyor. Ahmet Vefik Paşa Hasan Bey’i karşısında görünce, “Buzcubaşı sen çok haklı imişsin. Bundan sonra senin işine karışmam. Sen gene bildiğin gibi karlarını topla” diyor.
Devlet Hastanesi hikâyesi
Bu hikâyeyi İsmail Buzcular’dan dinleyelim. Çocukluğumda Devlet Hastanesi’ne haftada iki gün, birer yük buz gönderirdik. Belediyeden iki resmi elbiseli, sabahın öğleye yakın bir saatinde, buz sattığımız dükkâna gelerek, ellerindeki ibrik gibi bir kaptan, karların keçelerini açarak, mavi ispirto ile gelişigüzel çizgiler çizdiler. Bu çizgili denklerden ikisini bir ata yükleyip, Devlet Hastanesi’ne götürdüler. Atla birlikte giden katırcı, dükkâna geri döndüğünde, buzu mavi boyalı gören başhekimin çok sinirlendiğini ve hırsından kapıları sert kapayıp açmış olduğunu, yüksek sesle sert konuşmalar yaptığını söyledi. Sonra bu olayı yapanların belediye memurları olduğunu öğrenince, telefon ederek, hem belediye reisine ve hem de valiyle konuştuğunu, babama anlattı. Telefonda başhekim, “Ben bu karları hastalara yediriyorum. Nasıl olur da bu buzların içinde mikrop ve kurt olur. Kanamaları nasıl keserim” diye serzenişte bulunmuş. Sonradan bu olayın sebebi anlaşıldı. O dönemde fabrika buzu pahalı idi. Onun için biz çok satıyorduk. Bir daha memurlar gelmedi ve buzlarımız boyanmadı.
Kurtuluş Savaşı zamanında Buzcular ailesi
Kurtuluş Savaşı yıllarında Buzcular ailesi Uludağ’ın eteklerindeki Maksem mahallesinde oturmaktadır. O yıllarda mahallenin sevilen sayılan itimada şayan insanı Mustafa Bey Bursa’dan Kütahya ve İnönü cephelerine silah sevkiyatı yapıyor. Bu işi de Buzcular ailesinin atları ve çalışanları ile gerçekleştiriyor. Başçı İbrahim Camii’nde depolanan silahlar gece hayvanlara yüklenip dağ köyleri güzergâhı ile Kütahya ve İnönü cephelerine teslim edilirmiş. Dağdaki çeteler (Püsküllü İsmail, Balıkçı Hasan, Albayrak gibi) Buzcular ailesinin bu silah sevkiyatına engel olmamışlar, hatta kolaylık göstermişlerdir. Çünkü onların Bursa’dan istedikleri de bu şekilde temin edilirmiş. Ancak bir ihbar üzerine Yunanlılar Başçı İbrahim Camii’ne baskın yapar ve silahlara el koyar. Bunun üzerine Yunanlılar Buzcular ailesinin başı Halil Beyi hapse atmışlar ve hayvanlarını da ellinden almışlar. Halil Bey’i hapisten çeteler kurtarmış. Asker Bursa’ya inmeden, çeteler inmiş ve ilk iş olarak, hapishaneyi basıp hapistekileri serbest bırakmışlar. Yine Buzcular ailesinden Kostak Ali askerde iken, bir içtimada komutanı, “içinizde Bursa’da katırcılık yapan var mı” diye sorar. Kostak Ali öne çıkınca, “Doğru Bursa’ya git, katırların başına geç” der. O da Bursa’ya gelip silah ve mühimmat taşıma işine başlamıştır. Kurtuluş Savaşı bittikten sonra eski çetecilerden Püsküllü İsmail, Balıkçı Hasan ve Albayrak sık sık buz sattığı dükkâna gelerek Halil Bey’i ziyaret etmiştir.
Onyedinci Kuşak Buzcubeyler’den İsmail Buzcular anlatıyor
Babam Halil Buzcular’ın ilk eşi, annemin teyzesi idi. İlk eşi çok genç ölmüş olduğundan ve babam da iki küçük yaşta çocukla kaldığından, en büyük teyzemin kızı ile evlenmiş. Biz iki kardeş ablam ve ağabeyim bir üvey muamelesi görmedik. Hatta annemin onlarla daha çok ilgilendiğini söyleyebilirim. Bizi görmeden yaşayabilirdi de onlarsız hiç yapamazdı. İlk evlilik olunca, askerlik de hemen gelmiş. Bebek yaşlardaki ağabeyim ve ablamı Karacabey’deki halamızın Kepsüt Çiftliği’ne yollamışlar. Babam askerliğini Trablusgarp, Balkanlar, Suriye ve Çanakkale’de toplam 13 sene yapıp Bursa’ya dönmüş.
Balkanlarda esir edilen ve çok zulüm gören askerlerimizin içinde bulunmuş. Esir olduğu gün Bulgar Zabitanı içindeki bir peynir ustası babamı ve amcamı tanımış ve onun sayesinde hayatta kalmışlar. Bu Bulgar peynir ustası her yaz Bursa’ya gelip Uludağ’a çıkıp, Beylik Mandırası’nda Türklere peynir yapmasını öğretirmiş. Uludağ’dan bizim karcılarla Bursa’ya inip, kaplıcalara gidermiş. Sonra da yine bizim atlara binip dağa çıkarmış. Adını unuttuğum bu peynir ustası, esirleri tadat yaparken, babam ve amcamı görünce, askerin içinden ikisini de alıp çıkarmış ve becayişe kadar kendi koyunlarına çobanlık yaptırmış. Böylece ölümden kurtuluyorlar ve Bursa’ya dönüyorlar. O zaman 32 yaşındaymış. Çanakkale’de ise kale topçusu olmuş.
Evimizin bahçesi büyüktü ve her türlü meyve ağacımız vardı. Meyve için başkalarına çok az para verirdik. Ayrıca her türlü sebzeyi de kendi bahçemizde yetiştirirdik. Bahçe kapılarımız, ev kapılarımız, kümeslerimiz gündüz gece hep açık olurdu. Açık durmasının sebebi her an biri gelip bir ricada bulunurdu. Bu sebepten hiç hırsızlık olmamıştı.
Bir cemiyet ve spor insanı: İsmail Buzcular
Futbol oyununa çok düşkündüm. Mektebim hiç önemli değildi. Yeter ki oynadığım futbol beğenilsin. 1946-1950 arası 4 sene lise takımında futbol oynadım. Rahmetli Yüzbaşı Kamil, benim için “Rahmi Okyar gibi oynuyor derdi.” Bir sene Merinos’da çalışırken, müessese takımında forma giydim. Bronşitim olduğundan, daha fazla oynayamadım. Pınarspor’un kuruluşunda, yedi sene mahalli 2. Ligde ve 10 sene de mahalli 1. Ligde teknik yönetici oldum. Bursaspor’un ilk kuruluşunda, bankadan alınan teminat mektubuna imza atan on kişiden biriyim. Bursaspor’da da iki sene teknik yöneticilik yaptım. Fakat yönetim dışında da çok faydalı oldum. Bursaspor’a ilk beş sene içinde 14 futbolcu aldım ve aldırdım. 1975-1976 senesinde, antrenörün ayrılması ile son beş maç, idare heyetinin ittifakıyla, amatörce teknik direktörlük yaptım. Bu senelerde herkes gibi ben de işimi ihmal ettiğim için, işime yeteri kadar bakamadım ve mağdur oldum. Bursa’da futbol adamı olarak zirveye tırmandım. Çok dost kazandım. Şimdi yaşadığım hayattan çok memnun kalarak, emekliliğimi yaşıyorum. Zenginler sınıfına girmedim ama gene de yaşantımdan çok memnunum. Üç çocuğumun nasıl okuduklarını ve nasıl büyüdüklerini anlayamadım. Bu rahatlığımda eşimin büyük çabasının olduğunu belirtmeliyim.
İsmail Buzcular ve buzculuk işi
Çocukluğumda buz ve karları, Tuzpazarı’ndaki Okçular Camii avlusuna getirip satardık. Benden evvel buz yalnız İnebey çarşısında satılırmış. Sonraki zamanlarda bir amcam, İnebey’de, diğerleri de Tomruk Önü’nde satıyordu. Az getirdikleri halde, amcalarım bu işi pek beceremediler ve bırakmaya mecbur oldular. Biz, Saraya göndermediğimiz halde iki ay içinde her gün 4-5 ton satardık. Hayatımızdan çok memnun idik; çünkü hiç rakibimiz yoktu. Kendi adamlarımızın getirebildiği 8-10 atla sattığımız buz, ihtiyacı karşılamıyordu. Onun için Temmuz-Ağustos aylarında şehir içinden, civar kasaba ve köylerdeki at sahipleri bize fason çalışırdı. Buzu, esnafa 5 kuruştan satardık. Fasoncular bize 4 kuruşa getirirdi. Ayrıca bizden olmayan bir katırcıya da kilo başına on para verirdik. Bursa içinde hastaneye, balıkçılara, kasaplara, dondurmacılara, şerbetçilere, muhallebicilere, limonatacılara, ayrancılara ve bir de akşamüzerleri çarşı başlarında ve sokak başlarında perakende satanlara buz satıyorduk. Bursa içindeki dükkân sahiplerinden, haftada bir gün (Perşembe) para toplardık. Seyyar esnaftan ise peşin alırdık.
Ortaokul talebesi iken, dağa çıkıp bu işi yerinde incelemiştim. Çok derin buz kuyuları vardı. Buz yalnız balta ile kesilirdi. Buz kuyularına sadece gidiş geliş 15 saati buluyordu. Bana göre dünya üzerinde yapılan en zor iş idi. Fakat işsizlik olduğundan, katırcılar her sene bu ayları özlemle beklerdi. Buzların az erimesi için özel baskılı keçeler kullanılırdı. Ayrıca çuvallara da sarılırdı. Beyaz keçeler, karların temiz kalmasını sağlardı.
1940 senelerinde buzdolapları evlere girmeye başladı. Bursa’da bir de buz fabrikası açıldı. O tarihlerde Alman harbi devam ediyordu. Böylece bizim asırlarca ekmek yediğimiz, güzel hayat sürdüğümüz buzculuk işi de sona erdi. Büyüklerimizin elinde ne bir diploma, ne de bir iş ehliyeti vardı. Öyle olunca buldukları ve becerebildikleri işlerde vasıfsız işçi olarak çalıştılar. Aldıkları para da çok düşüktü. Böyle olunca, elimizde avucumuzda neyimiz varsa sattık. Geçimimizi zor çıkardık. Bu şartlar altında liseyi bile meccani (parasız) okuyarak bitirdim. Askerlikten sonra Türk Ticaret Bankası’na girerek çalışmaya başladım. Sonra bankadan ayrılıp tekstil işinde çalışmaya başladım. İki sene sonra ise kendi işimi kurdum.
İsmail Buzcular’ın hayat anlayışı
Aynada gördüğüm BEN, af ve özür dilemesini biliyorum.
Çiçek alıp eve götürmeyi veya bir başkasına vermeyi.
Hayatta hiç kimseye el kaldırmadığımı.
Kendime tek gayrimenkul almadan, eşime gayrimenkul aldığımı.
Espriyi ve mizahı çok sevdiğimi, siz diye hitap etmeyi.
Gezmeyi ve gezdirmeyi çok sevdiğimi.
İşi ve evi arasında yaşamayı seven.
Çalıp oynamayı ve gülüp eğlenmeyi.
Çoluk ve çocuklarla alakadar olan ve onları çok seven.
Türk musikisini aşırı seven bir kişi olduğumu iyi biliyorum.
Sigara denen o zıkkımı hiç bilmiyorum.
Irkı, tebaası, dini, dili ne olursa olsun, insanları çok seviyorum.
Bugün yaşayan aile fertleri
Bugün ailenin 7. Kolu Buzcu ve 5. Kolu da Buzcular olarak devam etmektedir. Benim de içinde bulunduğum ailenin büyük çoğunluğu halen Bursa’da yaşamakla birlikte, bir kısmı da Türkiye’nin farklı kentlerinde Buzcu, Buzcular, Ulubuzcu, Buzcubeyi ve Buzcuoğlu gibi soyadları ile hayatlarına devam etmektedir. Ayrıca soyadı tamamen değişen aile bireyleri de bulunmaktadır. Ailede 200 sene önce, erkek evlattan erkek evlada geçen 12 boy varken, bugün bu sayı 8 boydur. Ancak küçük erkek evlat sayısı gene 12’dir. Bugün anladığımız manada aile içinde zengin yok ama beyefendiliği ve hanımefendiliği ellerinden bırakmamış aile büyükleri ve fertleri var.
Ailenin en yaşlı üyesi Fehmi Buzcular da geçen sene 90 yaşında vefat etti. Fehmi Buzcular’ın Nihal, Zuhal ve Meral adında üç kızı bulunmaktadır. 2017’de vefat eden İsmail Buzcular’ın ise Halil, Nüket ve Berrin adında üç çocuğu ve Kerem, Atakan, Berkay, Merve ve Ece adında da beş torunu bulunmaktadır.
Bitirirken…
Hiçbir yazı mükemmel değildir. Yalnız her yazılan yazı uygarlığa giden yolda bir basamaktır ve kültürün temel taşıdır. Kılıç ile ülkeler alınabilmiştir; ama gerçek fatihler yazanlardır.
Balzac yaşamında itibar görmüş, dünyanın en büyük yazarlarından bir tanesidir. Bir toplantıda, genç bir yazar Balzac’a yaklaşır kendini takdim eder, bir roman yazdığını onu okumasını rica eder. Balzac okuyacağını söyleyerek romanı alır. Aradan uzun bir süre geçmesine ve genç romancı ile karşılaşmalarına rağmen, genç yazara Balzac hiçbir şey söylemez.
Bir gün genç yazar;
-“Üstadım romanımı okudunuz mu?” der.
Balzac;
-“Evet okudum.”
Genç yazar;
-“Nasıl buldunuz?”
Balzac;
-“Meşhur olduktan sonra yayınlayabilirsin” der.
Ben meşhur olmadan yazdım. Kimilerine göre yazdıklarım çok iyi, kimilerine göre ise çok kötü olabilir. Bütün bu görüşlere de saygı duyarım. Ayrıca yazdıklarım kendi içinde bile tutarsız olabilir. Bu da doğaldır. Çünkü ben bildiklerim ve bilmediklerim ile bir insanım ve bütün bunlar insan doğasının göstergesidir. Yani insan doğasına uygundur. Kısaca sürçü lisan ettiysem af ola.
Ek-1: Aile Şeceresi
Ek-2: Belgeler
Ek-3: İsmail Buzcular (1928-2017)
Ek-4: Fehmi Buzcular ve Ailesi
Ek-5: Buz Yolu ve Buzcular