Bugün Hüseyin Nihal Atsız’ın ‘’Ruh Adam’’ kitabıyla ve de içindeki ruhlarla meşgul olacağız…
Ruh Adam... Muhteşem komutanları ve kralcılığıyla Selim Pusat; şimdiki hayatının arkadaşı, vefasına karşılık haksızlık bâdesi içen eşi Ayşe Pusat, yıllar sonra tekrar hayata geldiğine inanarak geçmişinde unuttuğu, ok atamadığı sevgilisi Güntülü; en yakın arkadaşı ve Selim Pusat’ın doğruluk aynası olan Şeref.
Ruh Adam kitabı, hayata inancını kaybetmiş bir adamın aşk yolunda nefsiyle tanışması ve inancıyla beraber kendini de kaybetmesidir benim için. Peki bu evrenin aşığı, divanesi, saygıyı en çok hak edeni kim sizce? Selim Pusat mı, Güntülü mü, Ayşe Pusat mı? Bir metinde bile açıkça, ilan-ı aşkların itiraflar hevesinden uzak, duyguları yazmayan ama herkesin bildiği Ayşe Pusat... Mesleği dışında hiçbir insani ilişki gösteremeyen, babalığını bile bir kaç cümle dışında okumadığımız, Selim Pusat... İnsanları etkileyen ahvalinden çok konuşmalarıyla mütevellit ve güzelliğine ok atılmamış Güntülü... Prenses Leyla... Onu iyileştirmek için kendisini heba eden, anneliğini bırakmayan, mesleğini kaybedip tekrar kazanmış ve kocasının gözündeki ufacık bir pırıltıya dünyaları kazanan Ayşe Pusat. O ışığı kendinden yirmi yaş küçük kızlara dağıtan Selim Pusat. Erkeklerin aşkları ne kadar etik dışı olursa olsun, edebi dille anlatılınca ne kadar saygınlık kazanıyor birden hayret ediyorum... Toplumda karşılığı her zaman olan, ayıp sayılmayan evli erkeklerin eski aşkları, geçici hevesleri, dostları ve kadınların boşandıktan sonra bile ‘’sahiplik’’ ekiyle anılmaları. Ya tersi olsaydı? Ayşe Pusat'ın fikirleri yüzünden hayatı mahvolmuş olsa hem kendisinin hem de Selim Pusat'ın... Evin her şeyiyle ilgilenip çocuğuyla alakadar olsa Selim Pusat, üstelik çok severken mesleğinden ayrılmak durumunda kalsa hayat arkadaşı sebebiyle? Onun gözünün içine baksa; sevdiği fincanlarda çaylar demlese Ayşe Pusat yüzüne bile bakmazken... Onun öğrencilerinden kendinden yirmi yaş küçük bir oğlana âşık olsa ve de Selim Pusat'ın meslektaşlarından biriyle arkadaşlık etse; onun kahrını çeken eşinden bir güler yüzü, hoş sohbeti esirgerken... Annelik sadece birkaç cümleden ibaret olsa oğulları Tosun için... Ama aşk... Her türlü ayıba olağanlık ve meşruluk kazandırır değil mi? Hele ki bir erkeğin kutsal aşkıysa… Ne babalığı, ne dostluğu, ne kocalığı, ne işi, ne ahbaplığı ve ne de insanlığının aşkının yanında bir ehemmiyeti kalır. Suçunun farkında olmak bile sempati kazandırır bizim insanımızın gözünde. Selim Pusat, gelmiş geçmiş en büyüyememiş ve bencil yetişkinlerdendir. Nihal Atsız'ın o güzel kalemi bu gerçeği insanlara su götürmez bir gerçek olarak sunup tüm mahkemeye bizi şahit kalmıştır. Pusat, kendi gelgitleri ve ayıbının farkında olup suçlu ararken o kutsal aşkını es geçip bunun sorumluluğunu da Güntülü’ye yıkar… Güntülü âşık etmiştir onu… Selim pusat çaresiz, masum ve 17 yaşındaki kız çocuğu tarafından kandırılmış bir mecnundur artık. Oysa karakter olarak tüm inancını kaybetmeden önce ne kadar haysiyet sahibi biri olduğu son derece bellidir. Tüm hayran olduğu hükümdarlar ve anlayamadığı inancının peygamberiyle kurulmuş o derin mahkeme aslında kendi vicdan muhakemesidir ve tüm yargılama gözümüzün önünde gerçekleşirken onu savunan tek kişi annesidir… En yakın arkadaşını bile kendine doğruluk bastonu olarak seçen bilinçaltı, o müthiş ‘aşkına’ yenik düşmüş ve kendinden habersiz Geri Gelen Mektup şiiri, isminden önce yollanmıştır Güntülü’ye… Ayşe Pusat onun için sadece bir vicdan rahatsızlığıdır… Vicdanının ve merakının devreye girmediği hiçbir anda Ayşe Pusat’la kurulmuş bir gönül bağına şahitlik söz konusu olmamıştır. Selim Pusat’ın zihninde Prenses Leyla ile Güntülü’nün güzellikleri farklı kulvarlarda yarışırken; Ayşe Pusat her şeyi hisseder bir vaziyette hala hayat arkadaşının gözündeki ışığın peşindedir… Kızım, çocuğum diye sevdiği öğrencisi, eşinin göz pınarlarından akarken; ne şairden ne de şiirden haz etmeyen Selim Pusat’ın yazdığı dizeleri bulur Ayşe Pusat… ‘’Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım…’’ Kendinden esirgenen ve eksiltilen umutlar başkasına ışıklar içinde, şanlı kızıl gökyüzü ve büyülü yeşilliklerle sunulurken vefa; kaybolup giden bir ömürden başka bir şey değildir. Belki de öğrenmemiz gereken masum ve temiz bir aşkın olmadığıdır. Her zaman kırık, eksik bir kalp vardır ve aşk hiçbir zaman iki kişilik bir masal olamayacaktır…
Hayat ve aşk, birbirinden farklı bağlamlarda sürüp giden, asla yanındakine değmeden insanları bitiren birer sarmaşık gibi; farklı dünyalar yaratıp bizi yolculuklarda öldürüyor. Sanki aşk, hayatlarımızı ortadan ikiye ayırıyor keskin ve ince bir çiçekle. Zehirli haksızlıklara uğrattığımız hayatlar, yoldan çevirdiğimiz vefasızlığımız, tıpkı Selim Pusat’ın mahkemesi gibi bir gün vicdanımızı rahatsız edene dek; kutsal aşkımızın diyeti olarak asılı duruyor dolabımızda. Selim Pusat kendini suçlu mu görmüştür yoksa karşılıksız bir hınçla mı son verdi bu hikâyeye bilemiyorum… Hayattaki en büyük tutkusu elinden alınmış birinin günden güne hastalanan zihnini okuyoruz Ruh Adam’da. Ancak yine de yapılan haksızlıklar empati kurma hevesini alıp götürüyor insanın içinden. Onurlu insanların dirayeti iradesinden gelir ve nefis çok kurnazca fısıldar ruhumuza… Nefis en çok tutku arayışlarında elinden tutar insanın; özellikle de en acı verici şeyleri dudağımızın ucuna damlatıp, damağımıza yapışan vicdanımızı söküp atmaya çalışırken. Her şey olup bittiğinde insan aynada sadece pişmanlık ve suçluluk duygusuyla karşılaşır. Nefis ise o andan itibaren çoktan inine kaçmıştır… İnsan artık tek başınadır. Artık nefsiyle değil vicdanıyla savaşır; nefis kendi sesinin çekindiği tınılarından oluşur lakin vicdanı, yüreğinin sesidir… Bu yüzdendir ki vicdan daha derinlerden ve daha yırtıcı bir huzursuzlukla dokunur bize. Selim Pusat, kitap boyunca arkadaşına vefa borcu düşler durur. Şeref onun için bir aynadır ve hep doğruları söyler… Selim Pusat, sürekli yasak aşkını kendine yakıştırmaya çalışır… Üstünde ne kadar eğreti ve ayıp durduğunun farkındadır. Doktor aslında duymak istediklerini söyler ona: ‘’İnsan bir öfke anında arkadaşını; bir buhran dakikasında kendini öldürebildiği gibi, aşk denen hastalığın şiddetlendiği bir sırada da istikbalini, halini, mazisini, her şeyini feda edebilir.’’ Ve Pusat, doktora belki de kendi için neden bu kadar ızdırap çektiğini açıkladığı bir cümleyle cevap verir: ‘’ Bunları iradesiz, karaktersiz ve zayıf adamlar yapar.’’ Benliğine yakıştıramadığı tüm hırçın duygular ve en ızdıraplısından vazgeçemediği nefsinin aşkı etrafını sarmış, onun ise acı fotoğraflardan başka saklanabildiği bir yer kalmamıştır…
Meğer aşk, her şey olup bittiğinde ve her şeyin başladığı andan itibaren kendinden vazgeçmek demekmiş.
Geri Gelen Mektup’u bırakarak bir dahaki kütüphane seansına kadar hoşça kalmayı ve de devam etmeyi diliyorum, hepimiz için… Hüseyin Nihal Atsız’a saygıyla…
GERİ GELEN MEKTUP
Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
Pervane olan kendini gizler mi hiç alevden?
Sen istedin ondan bu gönül zorla tutuştu.
Gün senden ışık alsa da bir renge bürünse;
Ay, secde edip çehrene, yerlerde sürünse;
Her şey silinip kayboluyorken nazarımdan,
Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse…
Ey sen ki kül ettin beni onmaz yakışınla,
Ey sen ki gönüller tutuşur her bakışınla!
Hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince
Çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince
Gönlümdeki azgın devi rüzgârlara attım;
Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım.
Gözler ki birer parçasıdır sende İlahın,
Gözler ki senin en katı zulmün ve silahın,
Vur şanlı silahınla gönül mülkü düzelsin;
Sen öldürüyorken de vururken de güzelsin!
Bir başka füsun fışkırıyor sanki yüzünden,
Bir yüz ki yapılmış dişi kaplanla hüzünden…
Hasret sana ey yirmi yılın taze baharı,
Vaslınla da dinmez yine bağrımdaki ağrı.
Dinmez! Ebedi özleyişin bestesidir bu!
Hasret çekerek uğruna ölmek de kolaydı,
Görmek seni ukbadan eğer mümkün olaydı.
Dünyayı boğup mahşere döndürse denizler,
Tek bendeki volkanları söndürse denizler!
Hala yaşıyor gizlenerek ruhuma ‘Kaabil’
İmkânı bulunsaydı bütün ömre mukabil
Sırretmeye elden seni bir perde olurdum.
Toprak gibi her çiğnediğin yerde olurdum.
Mehtaplı yüzün Tanrı’yı kıskandırıyordur.
En hisli şiirden de örülmez bu güzellik.
Yaklaşması güç, senden uzaklaşması zordur;
Kalbin işidir, gözle görülmez bu güzellik
HÜSEYİN NİHAL ATSIZ