Ölüm bizden neyimizi alır? Hep bunu düşündüm ve hiçbir şeye yetişemedim, koşturamadım. Böyle olmaması gerekirdi ancak dedim ki kendi kendime: Dur. Ölüm senden ne aldı? Niye yaşıyoruz ve olmayacağımız zamanlar için ne bu çaba? Mutlu olmakla değil de neden mutlu etmekle uğraşıyoruz? Çünkü kendimizi yeterli hissetmek istiyoruz. Çünkü ruhlarımızı tamamlamaya çalışıyoruz. Çünkü mutluluk, çok uzun zaman önce bizden uçup gitti. İnsanoğlu ömrü boyunca sınanacaktı ve her seferinde yanlış yapacaktı, hatalarından ders almayacaktı. Ölecekti zamanı gelince ve bu ‘’zaman’’ dedikleri hep erkenden çalacaktı kapıyı. Çok gençti diyecektik çocukların arkasından, daha yaşamamıştı diyecektik hayatını harcamış olan yaş almışlardan. Ama o ‘’zaman’’ hiçbir zaman doğru olmayacaktı. Neden? Çünkü biz, bizden olanın gitmesine alışık değiliz. Oysaki hiçbir şey bizim değil.
Aynı soruya geri dönelim: Ölüm bizden neyimizi alır? Bu soru benim delirmeme sebep olacaktı. Çünkü birinin ölümünü duydum ve nefes alamadım. Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım, sanki rüzgâr biliyordu; ağaçlara baktım, o kadar hüzünlüydü ki yaprakları sanki toprak tanıyordu. Bir ruh gitti ve birkaçından da parçalar kopardı. Ölümün sadece bir ruhu götürebilme hakkı olması gerekmez mi? Neden onu gerçekten seven insanların da ruhundan bir parça söker? Bunun sebebi ölümün insanı insandan iyi tanımasıdır. İnsan, unutur. Eğer ruhu eksilmezse, iz kalmazsa hatırlamaz ve ölenler hiç yaşamamış olurlar. Kalbimi oydukça öğrendim ölümün bizden ne aldığını… Size de söylüyorum; ölüm bizden, anılarımızı mutlu hatırlayabilme kabiliyetimizi alır. İnsan formu kendini tamamladığında bu kabiliyet, geçmişin sancısından ve açılmayan kapılarından farksız olur. Gülüşler, kahkahalar hep buruktur artık. Ve kızgınlıklar… Ölüm bazen de beraberinde affı getirir. Ölmüş birine karşı olan haklılığımız o kadar kırılgan kalır ki o güçlü eksiklik karşısında, artık haklı olmak istemezsiniz. Ruhunuz eksilmiştir ve o eksik parçadan geçen rüzgârı tutan sevginin ya da öfkenin karşılığını mâtem ile yaşatırsınız. Yas tutmak bizim için bir pasif direniştir. Hayatımız devam eder ve bunun için Agatha Christie’nin dediği gibi, ölüleri gömmemiz gerekir. Hem gerçek hayatta hem de içimizde; onları unuturuz. Tamamen unutmamamız için eksiltir ölüm ruhlarımızı. Çünkü ruhlarımızı eksiltmezse içimizdeki boşluktan o rüzgâr geçemez, üşüyemeyiz. Kaybettiğimiz insanların kollarını, sıcak sarılmalarımızın hissiyatını özleyemeyiz. Neden bir parça peki? Çünkü insan, unutmadan yaşayamazmış. Hatırlamak ise bunu kefaretiymiş. Evet, unutmak yaşayanlar için insanoğluna verilmiş bir mükâfattır. Ölenlerin mükâfatıysa, hatırlanmaktır ve unutma ödülü için bir kefaret gerekir henüz ölmemiş olanlara. Eksik ruhlara bir amaçtır bu aslında. Eksik ruhlar, ömürleri boyunca tamamlanmayı ararlar. İçlerindeki acı rüzgârı kesecek, kendileri gibi eksik bir ruhtur onlara gereken. Bu yüzden biz, birbirimizi tanırız. Acıları aynı olanların konuşması gerekmez, kalpleri rüzgârı hisseder ve beraber üşürler. Simyacı’ da Çöl Kadını Fatıma’nın rüzgârla yolladığı öpücükleri gibi, rüzgâr taşır bize geçmişimizin gülüşlerini. Bazen acılarını paylaşan insanların hayatına umut doğar ya hani, işte bu; aynı toprağı sulamış olmalarındandır. Ölüm bizim ruhumuzu değiştirir ve insan ya daha cesur olur ya da artık yalnızlıktan korkar hale gelir. Eksik parçayı arar durur. Ben de eksildim ama aramak telaşına dair en ufak bir heves yeşermiyor içimde. Sanki giden parçalar umudumu da götürmüş gibi. Sanki rüzgâr beni üşütmek için değil de devirmek için esiyor; toprak tanıyor beni ama beslemek için değil… Ölüm aslında insanoğluna kendini hatırlatmaktan başka hiçbir şey yapmıyor. Cahit Zarifoğlu’nun deyimiyle, kendi kayıplarımız bizi içimizdeki Hoşça kal ülkesine kesin biletle gönderirken oturup bir de dünyayı seyretmek ve aslında Âdem’den bu yana zaten bir Hoşça kal dünyasında yaşadığımızı fark etmek; anlamaya çalışırken bir isyan yüklüyor insanın çocuk kalbine. İlk önce hırçınlaşıyorsun, sonra sakinleşiyorsun, sonra etrafına bakıyorsun ve daha çok sinirleniyorsun… Eminim herkesin ölümle ilgili çok farklı ve kişisel buhranları var fakat şu an çok daha zor bir sınavdayız. Bireysel dünyalarımızın kimsesizliğini bir kenara bırakmalı, birbirimizin suratlarına bakmalıyız. Toplum olarak, katledilmeye alıştık artık ve uyuyoruz sadece. Eskiden günlerce, haftalarca konuşulan talihsiz(!) ölümler şimdi ancak birkaç cümle yazıklarla geçiştiriliyor. Ben bundan o kadar rahatsızım ki. Sahilde bedeninin üst kısmı olmayan bir kadın cesedi bulundu geçen hafta… 12 yaşlarındaki Esra Yücel, tecavüze uğrayıp intihar etti ve sanıklar dışarıda. KYK yurdunda ihmal sonucu acı bir şekilde can veren Zeren, bir hafta önce toprağa verildi. Yıllarını soykırımla, işkenceyle geçiren uluslararası arenada bile görmezden gelinen Doğu Türkistan; İzmir’de ayağına yük bağlanılarak denize atılmış bir erkek cesedi, pompalı tüfekle saldırılan genç kızın kaybettiği iki bacağı ve daha haberimizin bile olmadığı bir sürü saklı gerçek. Dünyaya baktığımızda ise İsrail’in soykırımı ve vatanlarını terke zorlanan Filistin halkı; Orta Doğu’da resmen bir kültür yok ediliyor ve yok edilmişliğin kıyısından dönenler yapıyor bunu… İnsanlar sadece saldırmak için bir araya gelme motivasyonu buluyorlar. Bunlara alışmayı ve geçiştirmeyi reddediyorum. En azından kendi yaşadığım topraklarda adaletin var olacağına inanmak ve sokaklarda gülüşen çocuklar için bunu gerçekleştirmek istiyorum. Alışmayı, dehşete ve vahşete göz yummayı, suçlu ve failleri gerçek dışı psikolojik rahatsızlık sebepleriyle mağdur göstermeyi reddediyorum. Asıl mağdur olanların sessizce hakka yalvardığı tüm haykırışları tokat gibi kesen ölümlerden kaçmayıp yüzleşmek gerektiğini anlamalıyız artık. Herkesin farklı şartlarda doğup büyüdüğünü ve yetişmediğimiz koşullar için varsayımsal yorumlara hadsizce girişmemek gerektiğini savunuyorum… Her giden canın ardından hesabının sorulmama ihtimalini düşünmek bile istemiyorum. Konum, statü, mevkii olarak hiçbir şey yapamasak bile unutturmamalı, normalleştirmemeli ve geçiştirmemeliyiz. Yas tutmak insanın insana en büyük saygısıdır ve bu alışılmış çaresizlik bizden saygımızı, adaletsizliğe olan hırçınlığımızı çaldı. Bir ölüm daha demeyi bırakın. Siz de ‘’Bir ölüm daha!’’ diyerek geçiştirilen bir cümlenin gizli öznesi olabilirsiniz, insanların duyup okuyup ‘’Allah ölümün de hayırlısını versin…’’ denilen haberlerin başlığı olabilirsiniz. Ölümler sağlam bir sorguyla karşılanmalı ve yaslar mücadeleyle tutulmalı. Vicdanınızı bir kenara bırakıp failler için ılımlı sesler çıkartırsanız, vicdanı bir kenara bırakılmış bir şekilde hayatınızı kaybedebilirsiniz.
Evet, ölüm doğal öldürmekse insan icadı, evet ölüm Allah’tan; ancak ölüye saygı, insan olmanın özünden gelir ve şu vedalar dünyasında herkesin ölmeden önce söylemek isteyeceği birkaç cümlesi vardır. İşte bir hiç uğruna gitti dediğimiz canların son sözleri biz olmalıyız. Kesilen seslerini biz çıkartmalı, başka biri daha insan icadına kurban gitmesin diye hiçbir masumiyet ve adalet savaşının peşini bırakmamalıyız. İnsan sosyal bir varlıktır ve hayat her zaman usulca akmaya devam eder. Fakat bazı döngüler vardır, kırılmak için zamanını ve yürekli âdemlerini bekler. Ölümü hatırlayın, yasınızı tutun, ölüleri gömün ve haklarını asla unutmayın.
‘’ Sen onları birlik sanırsın, oysa kalpleri darmadağınıktır.’’ Haşr,14