Sevmek kural gerektiren ciddi bir dava mıdır yoksa sevme biçimimiz tamamen kişiye özel mi bırakılmalıdır sizce? Bence karşılıksız sevmek tamamen özneldir, alfabesini kendimiz oluştururuz ve bizi sadece bir kişi anlasın isteriz. Ama karşılık bekliyorsa insan; tam da burada devreye koşullar girer ve ciddiyet gelir. Çünkü gerçek sevgi içinde şart barındırmaz ve çıkarsızdır. Karşılık beklemeden, tıpkı bir arının polen arayışı gibi muhtaçlık ve yaratılış barındırır içinde... İşte insan; sevgide bile farkını göstermiş ve belki de fıtratı gereği nefsine mağlup düşmüştür. Layıktır dünyadaki tüm güzelliklere ve o bir adım gittiyse ona bin adım gelinmelidir. Bir adım gidenler hatta hiç gitmeyenler ve hiçbir karşılık beklemeksizin bin adım gelenler olarak iki yapboz parçasına ayrıldı insanlar, Âşık ile Maşuk’un davasının görüldüğü gün. Biri siyahsa diğeri beyazdı her zaman, biri özürsüz affedendi diğeriyse hiç pişman olmayan ve biri tamamlanmak istediyse diğeri kaçmıştı çoktan…
Karşılık beklenen bir yerde sevgi ancak koşullarla sağlanabilir çünkü ve daima affetmek meşguliyeti sarar etrafını insanın. Her duygusal ilişki bir yerden sonra davaya dönüşür ve bazı davalarda kaybeden en başından bellidir... Affeden tarafın dava hakkı yoktur. Bekleyen öfkelidir, bekletenin ise tek yaptığı kendi hayatına devam etmektir. Fakat insan birini sevince ve karşılık bekleyince bu sevginin o kişide vefaya dönüşmesini ister. Sevmeyen kişiye yüklenen bir cezadır bu… Seven kişi karşılık gelmedikçe hırçınlaşır ve bekledikçe içinde kendini yeniden büyütür. Değişir; haddini, hududunu ve de gururunu kaybetmeye başlar. Çünkü beklemek çok etkili bir zehirdir. Ağır ağır insanın kanına nüfuz eder ve gelmek zorunda olmayan büyük bir nefret kazanır; bu davanın sonunda kazanan yoktur, herkes bir şeyler kaybeder. Kimi vefasını, kimi masumiyetini kimi de gururunu… Bu yüzden sağlıklı sevgi isteyen insan, kendini bulmadan başkasını aramamalıdır. Kendimize gelmeden başka birini beklememeliyiz özetle… Aksi durumlarda seven insan sevmeyenden daha çok bencillik barındırmaya başlar çünkü gelmeyeceğini bilerek birini çağırmak, gelmeye zorlamak kendine bir düşman yaratmaktır. Ve pekâlâ gelmemekte…
Aşk; içinde çok fazla sevgi barındıran, nefretle yapılmış bir büyü gibidir. İnsanın aklı kalbine ulaşamaz ve aşkı eksik kalırsa büyü ters teper, kehanet gerçekleşir; sevgi kurur, nefret büyür içinde ve davalar savaşlara dönüşür. Bu yüzden yüzyıllar boyu hatta insanın varoluşundan beri aşk, bir sürü farklı anlam kazanmıştır. Kimi büyüdür demiştir ve haram kılmıştır kendine, korkmuştur onu dönüştereceği insandan ve hep kaçmıştır. Kimi uçurumdan gülümseyerek atlamaktır der ve ekler: Aşk insanın kalbini ısıtırken aynı zamanda tüyleri diken diken eden bir rüzgârdır, atlamaktır en yüksek uçurumdan ve severek ölmektir. Peki, bu anlamların hepsinin doğru olduğunu söylesem size? Evet, yeryüzündeki bütün aşk tanımları doğrudur kimse kimseye katılmasa bile. Çünkü aşk, aslına çok az rastlanan; bir sürü taklitçisi olan ve insana bir kalbinin olduğunu hatırlatan, öznel bir şeydir. Dünya bir çölse eğer ve mecnunsak biz, gördüğümüz seraplar bizi ayakta tutar ve umut verir… Hiçbir zaman Leyla’ya kavuşmak değildir, onu aramaktır asıl mesele. Varmak için çıkılan yollarla geçer ömrümüz, vardığımızda yolun başındaki halimizle aynı kişi olmayız hiçbir zaman… Tıpkı bu yol gibi aşkı arar, aşka âşık oluruz aslında. O yol öyle harap eder ki Mecnun’u bulduğunda ne o kendini tanıyordur ne de Leyla aşkı bekliyordur. İşte bu yüzden mâşuk olmak, yani sevmeyi bilmeden sevilmek çok kolaydır. Sevgi ondan beslenir ve dediğim gibi karşılık beklenen bir vaziyetse bu; sevenin içi parçalanıp nefrete dönüşmeden ve sevmeyen vicdanını söküp atmadan bitemez böyle davalar. Çünkü seven her şeyi kendine hak görür. Seviyorsam, şayet çok seviyorsam onu düşünüyorumdur ve ben onun iyiliği için her şeyi yapabilirim. Bu yüzden insan severken her şeyini kaybedebillir bir şey için. Bir insan seviyorsa ve yoksa karşılığı, yerle bir olur. Ancak aşk ise mevzu bahis; hiç olmak, yerle bir olmak ile kıyaslanamaz bile. Çünkü dibin dibi vardır ve orası en tepelerde olanlardan daha onurlu insanlar görmüştür yüzlerini saklayan. Hiç olmak göze alınabilecek bir ihtimal değildir âşık için, bunu istemek gerekir. Çünkü her şey olabilme ihtimali öyle umut verir ki insana, imkânsız olan ihtimali düşünmek bile o kişiyi ölmekten beter bir hale sürükler. Bu yüzden hiç olmayı kabul ederek birini sevmek, en dürüst sevgidir. Bir şey beklemeden sadece sevmek, düşünmekle huzur bulmak ve vazgeçmemek değil de vazgeçmeyi bile aklından geçirmemek... Günden güne kendini bitirerek hiç olmayı sevmek. O yoğun sevgiden önceki hayatını sorgulamak, kalbini kırmasını istemek veyahut kırmak istemediğine kendini ikna etmek. Nefret bile olsa bir duygu uyandırmak istemek onun zihninde... Bir yer istemek, tutunmak için. Eninde sonunda âşığın kalbi kırılır tabii ki lakin mâşuk suçlu değildir hiçbir zaman. Ortada bir âşık varsa mâşuk, ekseriyetle dünyadaki en masum insandır. Çünkü mâşuk hata yapamaz, mâşuk düşerse âşığın canı yanar… Bedeli ödenecek bir hata varsa âşık memnuniyetle üstlenmiştir çoktan, çünkü Attila İlhan haklıydı her zaman… Âşıklar mecburdur mâşuklara ve onlar bunu asla bilemezler… Anlayamazlar. Bir silahsa mâşuğun elindeki ve patlayacaksa o kurşun âşıktan başkasına değmemelidir. Maşuk vurursa başkasını veya vurulursa başkasına; âşık yaşamın dışarda da son bulması için gün saymaya başlar... İçinde ölen ihtimalleri toplar, bir buket yapar ve kendine sunar… Âşık kendi canına kıyamaz çünkü insan nefes aldığı müddetçe bir ümit bulur kendine. Bu dünya cehennemken başka bir dünyayı daha yakmaya ne gerek var ki? Ya kavuşacaklarsa mahşerde, ya onun sureti gülümseyecekse ona cennette? İnsanı yaşatan gerçekten de herhangi bir umuttur… Peki ya aşığa vurulur mu maşuk? Kavuşur mu Leyla ile Mecnun… O zaman aşk denir mi ki buna... Yoksa Âşık Veysel’in dediği gibi sever de kavuşamazsak mı aşka dönüşür davamız? Kavuşmak bir sondur, Mecnun’un daha çok yolu vardır ve vuslat ancak mahşerde kutsaldır… İki âşık olamaz bizim varlığımızda, dünya dönmez ayın etrafında… İnsanoğlunun nefesi ve nefsi var ile yok zıtlığına bağlanmıştır dünya yaratıldığından beri; biri her şey ise diğeri hiç olmalıdır. Biri sınırdan geçiyorsa ve de âşık, maşuğu hudutsuz seviyorsa; tüm sevgi tükenmiş demektir. Dünya böyle bir denge üzerine kuruludur, maşuklar dengeyi bozamaz… Cesaret gelişigüzel dağıtılmamıştır çünkü. Âşıklar bozar dengeyi; çok severler. Az sevmek; belki de hiç sevmemek, yani dengeyi korumak maşuklara kalmıştır.
Yorulmadan öldürür maşuklar ve her gün ölerek yorulur âşıklar…
Kuralı bir kere bozdu bir âşık ve dünyanın dengesi şaştı, sevilmek hep zordu ancak sevmek de artık hazineydi ve çok derinlere saklanmıştı.
İşte o kural bozuldu Mecnun tarafından ve bir daha hiç kimse Leylalar kadar sevilmedi. İstemek de yetmedi… Öyle bir bozuldu ki denge Leyla değil Mecnun’u, hiç kimseyi o kadar yüce ve çaresiz sevemedi. Mecnun dengeyi bozdu, uçurtma kaçtı ve Leyla sadece dilek tutabildi. Çok sevilmek istedi Mecnun’u bilmezken ama sevmeyi unuttu… Sevilmeyi hepimiz dilerdik belki ama sevmek cesaretini de gösterebileceksek dua etmeliyiz bence. Çünkü aşk ciddi bir iştir. Hayata tutunmak için güzel bir sebep bulmalıyız bizi öldürmeyeninden… Umut olarak gördüğümüz şey bizi iyileştirebileceği gibi zehirleme ihtimali de mümkün bir duygudur. Elinden tutmayacak insanlarla uçurumun kenarında dolaşmamalı kimse. Dozunu belirlememiz gereken umudun en güzel anlatımı, Albert Camus’un tanımladığı gibiydi: ‘’Tabii umut; koşup giderken bir sokağın köşesinde, daha kurşun havadayken vurulup ölmekti.’’ Hep bir kurtuluş hayaliyle göğüs gerdiğimiz rüzgârlardı zaten nefesimizi kesen, ciğerlerimize dolan ve dizlerimizi yaralayıp bizi kaldırımlara düşüren… Kurşunlardan kaçanlar ve gözlerine baktığımızda deli gülüşler gördüğümüz göğüs gerenler vardı o sokaklarda. Kaçanlar dönüp bakmadılar arkalarına, onları kimin vurduğunu göremediler. Ve kurşunların önüne atlayanlar… Gülümseyenler ölürken, düşlerine kavuşanlar ve sevdalarından yol bitirenler… Kimdi onlar sahi?
Mecnun’du işte kurşunun önüne atlarken gülümseyen. Silah Leyla’nın elinde diyeydi bu güven ya da vazgeçmişlik… Bir ölümse hakettiği o da onun elinden olmalıydı ve yaşamaksa nasibindeki o da Leyla’nın ellerinden sunulmalıydı. Su ise onu çöllerde serinletecek, serapla düşle değil Leyla’nın elinden içmeliydi kana kana çünkü ona susamıştı bunca zaman. Ölüm de yaşam da Leyla’nın elindense ne gerek vardı davaya? Ölünce Mecnun, kapandı bütün davalar ve maşuklar kazansın istedi tüm âşıklar. Çünkü inanıyorlardı; bir vuslat varsa mahşerde olmalıydı, şahitlik etmeliydi tüm yaratılmışlar ve sevmeliydi artık tüm maşuklar…