Aile kavramının dolayısıyla kadın ve çocuğun en fazla korunduğu medeni kanun ve aile mahkemelerinden gelen ilginç sonuçlar, kadının sosyal, modern, ekonomik gücü elinde ve haklı bir platformda olması için desteklerin mevcut ama kullanımının kısıtlı olduğunun da göstergesi.
Fakat ortaya çıkan bir gerçek daha var ki o da pek çok kadınımızın sadece sosyal haklarının değil, sahip olduğu anayasal haklarının da farkında olmadığı yönünde.
Sanki ataerkil toplum birleşmiş, üstelik fikir ve oybirliği yapmış, kadının kendi kendine ve erkeğe bağımlı yaşaması için hazırlamış, psikolojik, sosyolojik, maddi manevi tüm değer ve dengeleri.
Ancak 1934 lerden bugüne kimi zaman savaşa, kimi zaman hak arama yarışına, kimi zaman da başkalarınca feminizm diye nitelenen kavrama dönüşen kadının hakları, gelinen noktada büyük kayıplara uğramış.
Şimdi kayba uğrayan, varlığını bildiğimiz ama toplumsal olarak bizden alınan, çoğu zamanda en sıradan hatta insani haklarımızı almak adına yürütüyoruz kadına, çocuğa ilişkin üstelik pozitif ayrımcılıkla da güçlenen değerlerimizi
Zira 2012 ye gelindiğinde bir türlü kırılamayan erkek egemenlik zincirin kadın ve kız çocuklarda yarattığı manevi ve fiziksel baskı, tüm çabalara rağmen artarak devam ederken, kadının bir türlü anlaşılamayan değer ve gücü, gördüğü baskının yanında çaresiz mi kalıyor?
Çaresizlik karşısında bölgesel bir ayrımı el çabukluğuyla yapabilecekken, şiddetin, ayrımcılığın, taciz ve ensestin uğramadığı coğrafya kalmaması, üstelik batı ile doğuyu bile şiddet söz konusu olduğunda derin çizgilerle ayıramaz tam tersi birleştirmek zorunda kalırken, hukukçuların deyimiyle, Türk kadının öğretilmiş çaresizliği ne zaman bitecek?
Dövüldüğü, evden atıldığı, zaten olmayan ama yasanın kendine tanıdığı tüm haklarından bile mahrum bırakıldığı halde, üstüne üstlük hiçbir suçu yokken katlandıklarına yine de ben hata yaptım gözüyle bakan, baktırılan kadının, öğretilmiş çaresizliğine yasayla son vermek mümkün mü?
İçimize sinmiş sahiplik ve sorumluluk duygusu, omuzlarımızdaki taşıyamasak bile yüklendiğimiz yükün altında kaldığımızda, bizden soruyorsa hesabını, ataerkil olmanın karanlık yüzüyle de bilakis destekleniyorsa ısrarla, kadın kendi haklılığının peşinde koşmak yerine, nasıl görecek yaşadığının öğretilmiş çaresizlik olduğunu?
Yapılan iyilerden değil ama kötülerden sorumlu sayılma psikolojisi, kadını manevi bir göçüğün atına itip, orada bırakırken yapayalnız ve çaresiz, neden hukukun üstünlüğü de ailenin kutsallığı da çekip alamıyor onu o dipsiz karanlıktan?
Kendisine öğretilen ezber değerlerle boğulup, hatta sıkışıp kalmışken onların arasına, kendine ait yeni hiçbir bilgi ya da veriyi ekleyemezken vücuduna, kadının kendinin farkına kendi başına varmasını istemeyenler, sonunda giderek büyüyecek olan patlamanın farkında mı?
Sosyal patlamanın çok dışında ve üstünde bir sosyal çözülmeye varacak bu durumun sonuçları, Türk kadını için iyi olacaksa bile, bugüne kadar kadının üzerinden prim yaptırılmaya çalışılan aile değerlerinin alacağı yaranın asla kapanmayacağı bilinmiyor mu?
Peki, tüm bu gerçek ve endişelere rağmen, nedendir kadının içine itilmeye çalışıldığı, haklarının verilmeyip, ortada bırakıldığı durumun tercümesi?
Bu gerçek ortaya çıktığında, öğretilmiş çaresizlikten kurtulan kadınlar kendilerini fark ettiğinde olanlardan kim sorumlu olacak?