Ergenekon, bir kurtuluş ve kuruluş efsanesidir. Bu efsanede Bozkurt, kurtuluşun yolunu gösterir. Demirci Börtecene, kurtuluşun yolunu açar. Ve Ergenekon denilen bilinmez, ama etrafı sarp dağlarla çevrili geçit vermez ülkede, yüzyıllardan beri bunalan kavim, demircinin açtığı yoldan, seller gibi taşarak azatlığa kavuşur. İşte Kurtuluş savaşı da tam böyledir.
Bir devlet ve bir zihniyet olarak imparatorluk, daha Cihan Harbinden önce Balkan yenilgisiyle sona ermişti. Bu yıkılış, artık, sadece bir devletin mağlubiyeti değildi. Mesnetsiz bir hayalin sona erişiydi, Bir ruhun, bir zihniyetin tamamen çöküşüydü. Bir masal, bir imparatorluk masalı sona eriyordu. İmparatorluk aslında çoktan çökmüştü. Biz onu sadece kendi hayalimizde yaşatmıştık. Şu kaybolan Osmanlı Afrika’sı, belki hiçbir zaman bizim olmamıştı Şu Osmanlı Avrupa’sı çoktan beri artık bizim sayılmazdı. Rumeli eyaletleri bizim için çoktan tarihe karışmıştı. Ya Osmanlı Arabistan’ı? Arabistan’a biz nasıl “bizim” diyebilirdik ki. Oralarda, Arap çöllerinde, yüzyıllardan beri israf edilen kanımızdan başka bizim olan hiçbir şey yoktu aslında. 1918’de Asya, Afrika ve Avrupa Türkiyesi elden çoktan gitmişti.
Elde bir tek Anadolu kalmıştı. Devletin bütün toprakları içinde belki de tek temel olan, fakat devleti idare edenlerin hiç bilmedikleri, hiç benimsemedikleri Anadolu. Hele padişah, hele saray, bu fırtınalar içinde bir sabun köpüğü gibi sönüp gitmişti. Her şey bitmişti. Saray bir hiçti. Ordular çökmüş, sınırlar çözülmüştü. Ortada bir hayal kırıklığından başka bir şey kalmamıştı. Bu hayal kırıklığı içinde memleket adeta son dakikalarını yaşıyor gibiydi. Fakat Samsun’dan yeni bir güneş doğdu. Belki de her şey henüz bitmemişti. Havada yeni bir şeyler esiyordu. İnsanların kafasında yeni bir anlayış doğuyordu. Bu, yeni bir vatan, yeni bir millet anlayışıydı.
Mademki eski Osmanlı tebaasını teşkil edenlerin her biri artık kendi benliğine dönüyordu, o halde bu tebaa içinde yer alan Türk milleti için de bir milli ruh, bir milli benlik duygusu lazımdı. Bu bir kendine dönüş ve kendini buluş demekti. Gerçi biz önce de Türk’tük. Fakat kendimize Türk diyemezdik. Türk sözü, birçok kavmi barındıran bir imparatorlukta, bir kavmin diğerleri üstünde tahakkümünü hatırlatır ve onları gücendirir diye düşünülüyordu. Oysa bu imparatorlukta yaşayan diğer kavimlerin hepsi kendilerini, kendi milletlerinin adıyla tanır ve öyle anarlardı. Ve Türk’e yukarıdan bakarlardı.
Fakat Türkler, kendilerini anlatmak için ırk hüviyetlerini hiçbir zaman dile getiremezdi. Irkının adı geçmek lazım geldiği zaman kendilerine sadece “Osmanlı” der geçerlerdi. Hatta dilinin adı bile Türkçe değil, Osmanlıca’ydı. Tarihinin de Osmanlı tarihi olduğu gibi. Reddedilen, inkâr edilen Türk adına kimsenin sahip çıkmaması için her tedbir alınmıştı. Genel kanaate göre “Türk, kaba, görgüsüz ve kabiliyetsiz” bir varlıktı. İşte Samsun, bu aşağı görülen varlığın, başka türlü bir çehre ile ortaya çıkışı idi.
Samsun’dan yükselen ses Mustafa Kemal’in sesi yani Türk milletinin sesiydi. Bu ses yenilginin haysiyet kırıcı ruh sefaletini unutturan, milleti aşağılık duygusundan kurtaran, kafalara ve kalplere umut veren bir sesti. Yeni, geniş ufuklar açıyordu. Bu bir kurtuluş ümidiydi. Bu yeni bir Ergenekon’du. Ve ortada yeni bir Bozkurt vardı: Mustafa Kemal! O, bir ülkü ve gönül adamıydı. Gönlü, ülküsü kadar engindi. Kılıcın değil, inancın ve kendini inandığına verişin, kurtarmak istediği halkın, potasında eriyişin adamıydı.
Artık Türk milleti liderini, başbuğunu bulmuştu. Osmanlılık artık sona ermişti. Biz Osmanlı olmadan önce Türk’tük. Bugün de Türk’üz. Kaybolmakta olan sadece Osmanlı vatanıydı. Hâlbuki Türk’ün vatanı dünyayı kaplıyordu. Çünkü Türk’ün yaşadığı her yer, hangi bayrak altında olursa olsun Türk’ün vatanıydı. Bu vatanın sınırları Tuna’dan, Meriç’ten, Altaylara, Çin Seddi’ne hatta Sarı Deniz’e kadar uzanıyordu. Arap çöllerinden ve Himalayalar’dan Kuzey Buz Denizi’ne kadar uzanıyordu. Buraları kimin elinde olursa olsun Türk’ün vatanıydı.
Cumhuriyetle birlikte eski devrin kasvetli Anadolu’su, “kaba ve görgüsüz Türk’ü”, artık tarihe karışmıştı. Şimdi milletin adı Türk, konuştuğu dil Türkçe idi. Türklük, şerefli bir ululuktu. Vatana ise artık, Osmanlı değil Türkiye (Türk Yurdu) deniliyordu. Yakın mazi artık kasvetli bir rüyaydı. Hakikat, yalnız istikbaldeydi ve aradığımız su, orada önümüzde parlıyordu. Yolumuz artık belli idi. Bu yol halka, medeniyete, Türk milletine çıkan yoldu. Mustafa Kemal’in yoluydu.
Milletlerin hayatlarında her ülkü, az çok hayal ile süslenir. Her idealist de, az çok bir hayal adamıdır. Gerçi bu idealist; bir kurtarıcı, yeni bir devlet kurucusu, yani gerçek bir liderse, asıl yığınları saran hayal ve heyecan dalgaları arkasında o kendi hesaplarını, şartların gerçeklerine uyduracak ve ona göre eylemler düzenleyecek, yön tayin edecektir. Biz buna günümüzde misyon ve vizyon diyoruz. İşte Atatürk bir misyon ve vizyon adamıydı. O, çağımızın en realist insanlarından biri, korkmadan sevilen, hala izah edilememiş, hala yazılamamış olan biri.
O, bir milli kurtuluş hareketinin askeri, siyasi ve sosyal tüm örneklerini vermiş biridir. Üniformaların, şekillerin içinde değil, milletin sinesinde kalmasını bilmiştir. Çünkü halktan çıkmak, fakat halkta kalmak, bir lider için meziyetlerin en büyüğüdür. Ancak böyle bir lider inkılap ve ilerlemede halka rehber olabilir. Sarayların çekiciliği kadar, sokak kalabalığının ve kör kuvvetin alkışlarına da kulak asmadan, halka rağmen, fakat halk için çalışmak… Zaten inkılapçılık da bu demek değil mi?
Türkiye bir inkılap içindedir. Atatürk’ün başlattığı inkılap durmadı, devam ediyor. Türk inkılabı durmadı, genişliyor ve derinleşiyor. Ve henüz son sözünü söylemiş değildir. Türk inkılabı ne bir reform, ne de idari bir değişikliktir. O, tam, orijinal ve etkisi itibariyle dünya ölçüsünde önemli ve mazlum milletlere örnek olacak bütün şartlara haizdir. Türk inkılabı bir milli kurtuluş hareketidir ki bu hareket, yalnız Türkiye’nin değil, aynı zamanda çağımızın da en büyük çatışmasının eseri ve bir çözüm çaresidir. Bu çatışma, emperyalizm ile karşıtının, çağdaşlık ile gericiliğin arasındaki tezattır. Bu hesaplaşma, tezat şimdi de devam etmektedir. Tarih, bu tezatın çözülüşünde liderlik rolünü Türkiye’ye vermiş bulunuyor. Bu bizim tarihi misyonumuzdur. Bunu benimsemek ve başarmak zorundayız. Türkiye’nin şanssızlığı yüzüncü yılına ve 21. yüzyıla devleti elinde tutan dar görüşlü bir kliğin yönetiminde girmiş olmasıdır. Şüphesiz ki Türkiye yüz yıl önceki Türkiye değil, fakat olması gereken yerde de değil. Kirli bir siyaset uğruna heba edilmiş çok şey var. Bugün kaçırdığımız fırsatlar maalesef ileride her adımda karşımıza çıkacaktır. Ne mutlu Mustafa Kemal’in askerlerine! Ne mutlu Türk’üm diyene!
“Sen benim,
Esaretim ve Hürriyetimsin,
Çıplak bir yaz güneşi altında yanan tenimsin,
Sen, Memleketimsin…
Ela gözlerinde yeşil hareler,
Büyük, mağrur ve Muzaffer,
Ulaşılmadıkça ulaşılmaz olan,
Hasretimsin…”
Nazım Hikmet