Daireyi Kanatmak Beş Lira*
*(Bu hikâye okunurken “Gülden Karaböcek – Küstüm Sana Dünya” dinlenebilir.)
Evet, adım aynen okuduğunuz gibidir efendim. Yaşım size inandırıcı gelmese de orada yazılan doğrudur. Ben 35 yaşında bir adamım. Fakat bende biliyorum öyle gözükmediğimi. Haklısınız, nereden bakarsanız 40 – 45 arası bir şeyim. Başım hep eğik olduğundan mıdır nedir bilmiyorum boynum kendini pek göstermez. Dik yürümek istesem de en fazla beş dakika dayanırım o tempoya, sonra sırtımdaki hörgüç yeniden beliriverir. Yüzümdeki kaslar ise üzüntüden midir nedir yer çekimine yenik düşmüştür.
Evet! Evet, efendim iki çocuğum var. Allah bağışlasın, ellerinizden öpen pırlanta gibi biri kız biri erkek iki çocuğum var. Kız olan iki, oğlan ise beş yaşında efendim. Eşim! Biraz su içebilir miyim? Hayır, duydum sizi efendim. Eşim çok gençti. O kadar güzeldi ki… Kusura bakmayın efendim! Gözlerimden yaş gelsin istemezdim. Evet efendim. Çok gençti efendim. Lütfen bırakın beni. Çocuklarımı komşuya emanet bırakmıştım. Beni merak etmişlerdir. Lütfen efendim. Yapmayın. Bu işin vergili nasıl olacağını bilmiyordum. Gerçekten bu kadar para kazanacağımı ben de bilmiyordum efendim.
Efendim vurmayın, vurmayın lütfen. Anlatmaktan kaçmıyorum. Sadece canımı fazlasıyla yakıyor… Bu işe girmeden evvel çok iş yaptım tabii. Hangi işe girdiysem olmadı. Ne bileyim aklımı kurnazlıkla çalıştıramadım. Bu dünya için kurallara çok fazla uyan biriydim. Evet, efendim bana verilen her görevi layıkıyla yerine getirdim ve yükselmek, çok kazanmak gibisini de asla istemedim. Azla yetinip teşekkür etmesini bildim. Mutluyduk küçük duvarlar ardında. Çok şükür kafamızı koyacak bir evimiz, sıcak bir sobamız ve kaynayan çorbamız vardı. Mutluyduk. Gülümserdik. Sabah kalktığımızda derin bir nefes aldığımız bir bahçemiz vardı. İçinde çocukların oynadığı tavuk, ördek, kedi vardı. Beraber paylaşıyorduk bu hayatı. Her pazar sabahı kahvaltıda buluşurduk. Mutluyduk.
İşçiydim ben. Fabrikada tüm gün, çıkarılan sıcak kiremitleri taşıyıp dizmekle görevliydim. Herhangi bir tatil bile yapmadan çok çalıştım. Her hangi bir birikim bile yapamadım. Harcadığımdan değil, kazanamadığımdan, hak ettiğimi alamadığımdan. Şimdi düşünüyorum da bu işçinin nasıl yükselme hırsı olabilir ki! Hatta bazı günler, kiremitler beyazlama yapmasın diye o kiremitleri yırtık bir eldivenle asite sokup çıkarmakla görevli bir adamdım. Ondandır ellerimin bu kadar buruşuk olması. Biz işçilere, işçi bayramında bile izin almamamız zorunlu kılınmıştı. Kendimizi savunamazdık. Bilmiyorum neden ama yapamazdık. Çok ezilirdik ama sesimizi çıkaramazdık. Çok çıkarmak isterdik hatta öğle yemeklerinde çıkarma planları yapardık sonra tıpış tıpış ezilmeye giderdik. Hayır, efendim! Kimseyi suçlamıyorum. Anlatmamı söylediniz ve ben de onu yapıyorum.
Peki efendim! Sadede geleceğim.
Her şey bir trafik kazası ile başladı. O gün çok lüks, beyaz, ışıl ışıl bir aracın altında kaldık. Eşim ve ben. Hem de durakta otobüsün gelmesini beklerken. Karım o kazada hayatını kaybetti, ben ise sol bacağımı... Bunlar kaderdir evet ama adaletin paraya dönük olduğunu bilmek canımı yakıyor.
Karım o kadar güzeldi ki! Alımlıydı, kocaman gözleri vardı. Saçlarını küt kestiğinde tekrar tekrar âşık olurdum. Güldüğünde dudağının hemen yanında bir utangaçlık belirirdi. Gözleri hep dalardı. Belki de bana söylemediği hayalleri vardı. Belki sürpriz yapacaktı. Ama o hayalleri aldı o kaza. Onu aldı benden. Benim olan övündüğüm her şeyi aldı benden. Bilir misiniz efendim? Halı sahada top oynarken herkes sol ayağımdan çekinirdi. Öyle bir şut çekerdim ki tüm dertlerime küfür edercesine.
Mahkemelere git gel derken üç ay devirdik. Mahkemede neredeyse biz suçlu çıkıyorduk. Nedeni yok efendim. Şiddet sadece alenen yapılmaz. Bazen gıyabına da şiddet uygulayabilirsin. Bu bir kazaydı –evet- ama sürücünün dikkatsizliği, hız yapması ya da başka –herhangi bir şeyin faturası- niçin karım tarafından ödeniyordu. Bilerek yapmadı diyorlar fakat kabul etmeyerek bizi mahkemede düşürdüğü durum –alenen şiddetti-. Kaza denildi. Bir hesap açıp para verdiler. O da mahkeme masraflarına gitti zaten. Ardından sosyal hizmetler çocukları aldı. Bakabilmek için sağlıklı ortam yokmuş. Ve ben yine ses çıkaramadım. Nasıl çıkarayım efendim! Ben, sol bacağı olmayan, kızı ve oğluna bakamayacak zorunda bırakılan bir adam… Karısını kalbine gömüp acısını bile yaşamaya hakkı olmayan adam! Nasıl direnirim onlara.
Ne garip! 3 ayda tüm hayalleri yok etmek ne kadar kolay değil mi? Ben de düşündüm efendim. Kazanmam lazım dedim. Kazanmalıyım ki çocuklarımı alabileyim. Dedim ki;
- Mademki bana bu kadar şiddet göstermeye meraklılar bende bunu lehime kullanacağım”
Soğuk bir kış günü, gittim Eminönü’nden bir boncuk atan tüfek aldım ve Moda sahilinde tam karşıma koydum. Üstümü çıkardım. Göbeğime de tam bir daire çizdim. Dedim ki;
- Bana, elimde görmüş olduğunuz boncuk tabancasıyla ateş etmek beş lira. Sadece beş lira! Göbeğimdeki daireden vurup kanatana Marlboro bedava”.
Efendim acımadılar. İnsan demediler ve attılar. Büyük kahkahalar atarak. Onlar attıkça canım yandı, yandıkça kazandım. Ben de atışı beş lira edenlerdenim efendim. Sadece beş lira! Bir hiçim ben. Ama hiçliğimle kazanmayı öğrendim.
Hayır efendim! Ben şiddete itmedim kimseyi. Şiddete olan meyillerine kılıf uyduran insanlara istediklerini verdim. Evet, efendim! Her şey çocuklarım için. Çocuklarım için çok kazandım ve kazanacağım. Bir dahaki daireyi gözüme çizeceğim ve on lira diyeceğim. Acıyacak ama olsun. Çünkü dünyada kapladığım yer kadarım ben. Her şey böyle efendim. Çocuklarımı hala alamadım. Ama görmeme izin çıktı buradan çıkınca yanlarına gideceğim. Gözümü kaybetmeden rahatlıkla görüp koklayabileyim.
Efendim! Bir şey olmadı efendim. Bir anımı hatırladım sadece. Bir gün hava çok soğuktu. O zaman Kadıköy meydanda iskelelerin olduğu yerde salep satmaya çalışıyorum. Sağ olsun sizden önceki zabıta şefimiz de durumu bildiğinden pek ses etmiyordu orada çalışmama. Çok üşüdüm efendim. O kadar üşüdüm ki ellerim tutmaz oldu. Nereye giderim diye düşündüm. Yemek salonuna gitsem on beş dakikaya çıkmam gerek. Sanat okuluna girsem, yavrucaklar benden çekinir. Bende, çıkardım cebimden dört lira ve gittim tiyatro bileti aldım. Evet, efendim! Tiyatroya girdim. Karanlık olduğundan mıdır nedir kimse üstümün vasatlığı ile ilgilenmedi. Sanırım beni fark etmediler. Evet, efendim Haldun Taner Sahnesine girdim. Çok üşümüştüm efendim. Neyse, ısınmak için girdim salona. Derin derin soluyorum ellerime –ısıtmak için- kimseyi rahatsız etmeden. Biliyor musunuz efendim! Nedense kendimi çok korunaklı hissettim orada. İnsanlar gelmeye başladı. Temiz temiz giyinmiş bir sürü insan. Başta korktum. Fakat o kadar köşeye oturmuşum ki kalkıp çıkamadım. Ne garip değil mi? Yanıma oturmalarından korkuyorum, kalkıp çıkmaya korkuyorum –rahatsız olmasınlar- diye. Bir şekilde korkutulmuşuz işte.
Neyse efendim, karanlık oldu. Sessizlik çöktü salona. Bir perde açıldı. Işıkları yandı. Bir ev var. Birkaç kişi girip çıkıyor. Tıpkı televizyonda izlediğim eski filmlerdeki gibi giyinmişlerdi. Fakirlerdi. Hatta bu ailenin bir tane çocuğu vardı benim yaşlarımda. İşte hayalleri varmış fakat bir türlü o hayallere ulaşmasına izin verilmemiş. Hatta -hiç unutmuyorum- babasına çok kızdığı yerde uzunca konuşmuştu efendim. O zaman baktım gözlerimden yaşlar dökülüyor. Hıçkırıyorum ama tutamıyorum. Kendime benzettim o çocuğu. Babası da benim gözümde “tüm insanlar” işte. Efendim, o çocuk bir şekilde konuşmayı başarmıştı. Ezberledim efendim. Evet, efendim! Ezberledim. O sahneyi o kadar sevmiştim ki peş peşe tam altı gün gündüz ve akşam tüm oyunlarına gittim.
“Baba! Benim gibilerin bini bir paraya, senin gibilerin de! Ben ne lider olacak adamım, ne sen. Bütün ömrünce çok çalışan satıcıdan başka bir şey olmadın, sonunda da öbürleri gibi çöplüğe atıldın! Ben de ancak saati bir dolar edenlerdenim, Willy Loman, yedi devlet dolaştım, piyasayı on para yükseltemedim! Saati bir kâğıt! Ne dediğimi anlıyorsun ya? Artık benden eve başarılarla, nişanlarla gelmek paso! Sen de benim o türlü gelmemi beklemekten vazgeçeceksin! Baba ben bir hiçim, baba hala anlamıyor musun? Artık bunun inatlık bir yanı kalmadı. Ne isem oyum ben, başka bir şey değil.” (Arthur Miller, Satıcının Ölümü (Death of a Salesman)Çev: Orhan Burian)
Oyuncu bunu öyle bir söyledi ki efendim, ağladık. Ağladık diyorum çünkü çocukta, bende ağladık. Sonra babası gitti intihar etti. Oyunun adı “Satıcının Ölümü”. Buydu sanırım. Neden mi anlattım? Düşündüm efendim! Düşündüm! Bende değeri olmayan, önemsiz, saati 5 Liradan ibaret bir adamım. Sol bacağı olmayan, çocuklarına tek başına bakmak zorunda bırakılan bir adam.
Hoşça kalın.
Şey efendim. Şayet sizde gözüme ateş etmek isterseniz beş liraya atabilirsiniz efendim. Sadece size beş lira! Tekrar hoşça kalın.
Helal olsun süperdi dev***i gelecek iñşallah
Çok güzel hayata dair HERSEY bu yazıda başarıların dev***ını dilerim
Çok güzel bir yazı olmuş ellerine sağlık okurken ağl******ak elde değil SENİNLEYİZ
Çok içten s***imi güzel odaklayıcı fazlasıyla hüzün ve hayat dolu bir kalem.. dev***ını diliyorum başarılar diliyorum okurken bile insanın yüreğine dokunan ve s***imi bir kalem olmuş... ellerine parmaklarına kalemine sağlık
Kardesim cok guzeldi helal olsun sana
Göz yaşımı tut***adığım bi yazı daha. Çok içten ve sıcak olmuşş kalemine sağlık.
Yuregine kalemine saglik cok guzel olmus yine bizi aglatin yuregi guzel ad***
Mükemmel bir yazı, anlatım. Her z***an Seninleyiz.
Yüreklere dokunan bir yazı daha . Cok cok cok beğendim . Kalemine sağlık