İstasyonda bir Füg!
Beş günlük Kars tatilimin son günü tüm hazırlıklarımı yapıp otel camından son bir kez daha karlar altındaki bu beyaz kente bakıyorum. O kadar beyaz ve temizki! Hayatlarımızda bu derece temiz olmalıydı notu atıyorum bir kenara. Çünkü benden önce bu odada kalan herkes hislerini bir iki cümlelik notlar halinde bırakarak terk etmiş burayı. Ben de bırakmalıydım. Benim notum ise sadece şuydu; “biz de bu derece beyaz olabilir miyiz?” Eşyalarımı alıp tren garına doğru hareket ediyorum. Şiddetli bir tipi var.
Dışarıdaki tipiden yürümenin mümkün olmadığı bu anı hissetmek, çocukluğumdaki bazı anların güzel hislerine götürüyor beni. Küçüklüğümde bir sonbahar ya da kış günü esen rüzgâra karşı yürümek arkadaşlar arası bir güç gösterisi olarak algılanırdı. Ya da lise aşkıma bu rüzgârda ulaşmak aşkın başka bir kanıtı gibiydi. Yani zorluğa karşı ayakta kalmak bir erginlenmeydi. Ne garip, hayatımız hep ayakta kalmak üzerine kurulu değil mi? Hayatlarımız hep bir şey olmak üzerine kurulmuş gibi değil mi? Hep bir şey olmamız üzerine tasarlanmış; o kişi olma... Olman istenilen kişi...
Şiddetli tipide Kars Tren Garı’na ulaşıyorum.
Anons geliyor: “Trenin kalkmasına 25 dakika”!
Bekleme salonuna girer girmez elimdeki çantayı bir kenara fırlatıp hızlıca salonun ortasına kurulmuş olan sobanın başına koşuyorum. Çok üşümüşüm. Ellerimi ısıtırken yavaşça üzerimdeki karları silkeliyorum. Dışarıdaki tipiyi soba başından izlerken o sesi duyuyorum;
- Bu gar, 1899’da Transkafkasya Demiryolu tarafından Rus İmparatorluğu’nun Osmanlı cephesinde daha iyi kontrol sahibi olmak amacıyla inşa edildi.
Bir anda, bu mükemmel bir tarihçe tanımlaması ile salonda hoş bir hanımefendinin olduğunu görüyorum. Şık giyinmiş biri. Gar hakkındaki tanımlaması da olağanüstü. Burada beklediğine göre Kars-Ankara trenine binecek. “Sizi fark etmedim özür dilerim” diyerek utancımı belirtiyorum ve sohbetimiz başlıyor.
- “Ben Ali”
- “Ben de Firuze”
Hanımefendi, Kafkasya Tıp Fakültesinde doktor öğretim görevlisi olarak çalışan ve canımızın emanet edildiği doktorları yetiştiren biri olarak tanıtıyor kendini. Mükemmel bir kıvrak zekâsı var ve sohbeti resmen kontrol ediyor. Konuştukça kendisine olan şaşkınlığım yerini hızlıca hayranlığa bırakıyor. Konuşmasında felsefeden, kitaplardan, sanattan ve filmlerden örnek veriyor. O kadar akıcı ve bilgilendirici konuşuyor ki hayran olmamak mümkün değil. Akademik kibir yok hatta bilginin getirdiği bir mütevazılık var. O kadar nazik konuşuyor ve gülümsüyor ki. İçimden umarım aynı kompartımanda oluruz ve bu sohbet devam eder arzusu duyuyorum.
Anons geliyor: “Trenin kalkmasına 10 dakika”.
“Sizin yolculuk nereye?” diye soruyorum. “Suriye’ye” diyor. Başta anlamıyorum ve sohbetimizi bu Suriye konusuna getirmeye çalışırken içeriye bir anda birkaç kişi giriyor ve kadını götürmek istiyorlar. Fakat kadın gitmek istemiyor çünkü onları asla tanımıyor. Bir tartışma da yok müdahale edilesi. Hatta bir tanesi Arapça bir şeyler anlatıyor. Kadın dinliyor ve bir süre sonra ikna edilip götürülüyor. O kişilerle gelmiş gar görevlisinden öğreniyorum ki; O mükemmel ötesi kadın bir Füg!
Füg; Psikolojide Dissosiyatif kişilik bozukluğu anlamına geliyor. Bu rahatsızlığa sahip insanlar bir sabah gözlerini açtıklarında “Kimim ben! Burası neresi! Benim burada ne işim var!” aydınlanmasını yaşayarak geride bıraktıkları hayatlarına geri dönüyorlar. Geri dönüyorlar diyorum, çünkü bu hastalar kendi hayatlarından ve anılarından, kısacası yaşamlarından uzaklaştırıyorlar kendilerini. Kendilerine yeni bir kimlik ve iş buluyorlar ve yaşamlarını bu şekilde sürdürüyorlar. Geçmişlerine dair hiçbir şeyi hatırlamadıkları gibi yeni bir dünya kuruyorlar. Bu hastalık, psikolojik travmalar, savaşın getirdiği bunalımlar, uğranılmış psikolojik şiddet, taciz durumları ya da sevilen kişinin kaybı vb. durumlarda ortaya çıkıyor. Füg konusundaki genel tanımlama hep bu yönde.
Gar görevlisi ile yaptığım konuşmada o nazikçe gülümseyen kadının omuzlarında Sisifos’un taşımaya çalıştığı koca kaya kadar zor bir hayatın olduğunu anlıyorum. Suriye’deki savaşta atılan bombada çocuklarını kaybetmiş, doktorların tüm çabalarına rağmen çocuklar kurtarılamamış, tüm geçmişini, evini, işini ve daha da zoru çocuklarını bırakıp eşi ile birlikte buralara kadar gelmiş…
Yeni bir başlangıç için…
Yeni bir hayat kurmak için…
İşte o gün bu gündür bu kişi bir doktor olduğuna inanmış. Yeni bir kişilik kurmuş. Kimi zaman trene binip gitmiş aylar sonra geri gelmiş. Kimi zaman da daha yola çıkmadan yakalanmış. Yani savaş denilen şey en çok bu kadından almış götürmüş. Öyle ki hayallerini ya da umutlarını diyemiyorum bile benliğini, kişiliğini, geçmişini.
Anons geliyor: “Tren kalkmak üzere, lütfen yerlerinizi alınız”
Afallamış bir biçimde olanları dinlerken görevlinin “Abi! Binmezsen bir süre daha Kars’ta kalacaksın” demesine ayılıyorum. Sessizleşiyorum. Kafamla selam verip trene biniyorum. Tren hareket ediyor. Bu mükemmel kenti geride bırakıyorum diye düşünmeye çalışırken kaldığım odaya bıraktığım o not geliyor aklıma. Ama bu sefer değiştiriyorum.
- Bizim de beyaz kalmamıza izin verecekler mi?
Hoşça kal Kars.
Hoşçakal beyazlar kenti.
Hoşçakal nazik gülen hanımefendi.
Hep mutlu olduğun gibi ol.
Hoşça kal.
Güzel bir hikayeydi.