Yaşamın çeşitli alanlarında karşılaşılan şiddet, en genel anlamıyla bir kişiye yönelik güç kullanımına karşılık gelir. Şiddet denilince akla her ne kadar fiziksel bir saldırı gelse de fizikselin yanı sıra psikolojik ve cinsel saldırı da şiddetin yaygın biçimlerindendir. Şiddet, insanı nesneleştirir; onu bir özne olarak kendi varoluşunu şekillendirme yetisinden mahrum bırakır. Kadınlar ve çocuklar, bu şiddetin en savunmasız hedefleri olarak, genellikle fiziksel, psikolojik ya da ekonomik güç dengesizliklerinin kurbanı haline gelir. Ancak bu durum, insanın ontolojik ve ahlaki özüne aykırıdır. İnsan, yalnızca biyolojik bir varlık değil, aynı zamanda değerler, ilişkiler ve sorumluluklarla şekillenen ahlaki bir varlıktır. Şiddet, bu değerleri ihlal eder; bireyin insan olma durumuna doğrudan bir saldırıdır.
Kadına ve çocuğa yönelik şiddet, tarihsel, toplumsal, kültürel faktörlerle şekillenen çok boyutlu bir sosyal sorundur. Bu sorunu aşamamak ise insanlığın ortak krizi haline gelmiştir. Günümüzde artan kadına ve çocuğa şiddet olayları hatta cinayetleri bu krizinin en somut halidir. İkbal Uzuner’in vahşice öldürüp kafasının surlardan atılması, 8 yaşındaki Narin Güran’ın öldürülmesi, Özgecan Aslan cinayeti, kızının gözleri önünde bıçaklanarak öldürülen Emine Bulut ve daha nice kadın ve çocuğa yönelik şiddet ve ölüm haberleri, yürekleri derinden yaralayarak bireysel bir sorun değil toplumsal bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Bugün herkes bu sorundan yakınmaktadır. Ancak bu sorunla mücadele etmek için yakınmanın ötesine geçmek gerekmektedir. Yakınmanın ötesine geçmek, o sorunun kaynağına inip çözüm yolları aramakla mümkündür. Çünkü bu türden bir krizin kökenine dair sorular sormadan önlemek veya anlamak mümkün değildir. İşte bu noktada felsefeye başvurmak kaçınılmazdır.
Kadına ve Çocuğa Şiddetin Kaynağı
Kadına ve çocuğa yönelik şiddetin kaynağında ötekileştirme, güç dengesizlikleri, tahakküm arzusu gibi birçok farklı unsur bulunmaktadır. Felsefe tarihinde “Kadın doğulmaz kadın olunur.” sözüyle kadınları toplumun şekillendirdiğini vurgulayarak öne çıkan Simone de Beauvoir açısından bu sorunun temel nedeni kadının toplumdaki konumuyla ilintilidir. Beauvoir, kadını tarih boyunca erkeğin "öteki"si olarak tanımlar. Kadının bu konumu, onu erkeğin tahakkümüne açık bir hedef haline getirir. Bu "öteki"lik, kadının toplumsal ve bireysel düzlemde erkek tahakkümüne açık bir hedef haline gelmesine neden olur. Benzer şekilde, çocuklar da güçsüzlükleri ve bağımlılıkları üzerinden ötekileştirilir ve nesneleştirilir. Bu durum, insanın kendisini yüceltmek ve güçlü hissetmek adına başkalarını değersizleştirdiği bir ilişki biçimini ortaya koyar. Böylelikle şiddet, bu tahakküm arzusunun en somut ifadesi olarak tezahür eder. Şiddet uygulayan kişi, kadın ve çocuğu pasif bir nesneye indirgerken, kendi gücünü pekiştirdiği yanılsamasına kapılır.
Kant’ın perspektifinden baktığımızda ise kadına ve çocuğa şiddetin kaynağı çıkar odaklı eylemlerin bir sonucu olup kadın ve çocuğu araçsallaştırmak insan onuruna yapılmış saldırı ve evrensel ahlak yasasının çiğnenmesidir. Camus açısından ise söz konusu sorusunun kaynağında, absürt olan hayatın irrasyonelliğine başkaldıramayan yabancılaşma yer almaktadır. Camus Başkaldıran İnsan’da absürt olan yaşamdaki var olan kötülüklere “hayır” iyiliklere ise “evet” demeyi mümkün kılan etik bir başkaldırı pratiği ortaya koyar. Ancak Camus’daki “hayır” çıkar birliği duygusunu gözetmeyen, tanıdık-tanımadık, sevilen-sevilmeyen fark etmeksizin görülen bir haksızlık karşında başkaldırma eylemi gerçekleştirmesi etik bir gerekliliktir. Bu nedenle Camus’nun bakışından baktığımızda kadına ve çocuğa şiddetin mevcudiyeti veya artışı toplumdaki başkaldırı etiğinin eksikliğine karşılık gelir.
Sonuç olarak kadına ve çocuğa şiddet ilk bakışta her ne kadar hukuki bir sorun olarak görülse de bu soruna felsefi bir perspektifle bakıldığında etik bir problem olduğunu görmek mümkündür. Nitekim söz konusu şiddetin birçok nedeni olmakla birlikte kökenine indiğimizde esasında değer yoksunluğunun bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Peki bu problem nasıl aşılabilir?
Kadına ve Çocuğa Şiddeti Önlemede Felsefe
Şiddeti önleme karşısında belli bir noktaya kadar hukuki veya cezai yaptırımlar oldukça önemli olsa da etkili bir çözüm için düşünsel bir dönüşüme ihtiyaç vardır. Bu dönüşüm, bireylerin kendilerini ve başkalarını birer değer taşıyıcı olarak görmelerini sağlamayı amaçlar. İnsan, yalnızca kendi ihtiyaç ve arzularını değil, başkalarının yaşam hakkını ve onurunu da gözeten bir varlık olmalıdır. Bu, bireysel ahlak anlayışının ötesine geçerek toplumsal bir bilinç oluşturmayı gerektirir. Çocuğa ve kadına şiddet, yalnızca bireysel bir suç değil, aynı zamanda insanlık onuruna karşı işlenmiş bir ihlaldir. Bu nedenle bu sorun, insanın kendisini ve başkalarını tanıma, anlama ve saygı duyma yetisinin yeniden inşasını gerektirir. Şiddeti sona erdirmenin yolu, insanın varoluşsal değerini ve ahlaki sorumluluğunu hatırlamaktan geçer. Bu düşünsel dönüşüm için de felsefeye başvurmak kaçınılmazdır.
Felsefi düşünme, bireylerin ahlaki ve toplumsal sorumluluklarını kavrayabilmeleri için en etkili araçlardan biridir. Kadına ve çocuğa yönelik şiddeti önlemenin önemli yollarından biri, eğitimde felsefi düşünmenin yaygınlaştırılmasıdır. Özellikle çocuklar, erken yaşlarda etik değerleri öğrenebilirlerse, şiddete karşı duyarlı ve sorumlu bireyler olarak yetişebilirler. Felsefi düşünme, insan hakları, eşitlik ve adalet gibi temel değerleri öğretir ve bireylerin şiddeti hem bireysel hem de toplumsal düzeyde reddetmelerini sağlar. Bu bağlamda çocuklara küçük yaştan itibaren felsefi düşünmeyi kazandırmayı amaçlayan Çocuklar için Felsefe (Philosophy for Children- P4C) yaklaşımının eğitimin temelinde yer alması, küçük yaşlardan itibaren çocukların etik soruları tartışabilmelerini ve kendilerini başkalarının yerine koyarak empati geliştirebilmelerini sağlar. Bu türden bir eğitim, şiddet karşısında bilinçli ve duyarlı bir toplum oluşturulmasına katkı sağlaması bakımından oldukça kritik bir role sahiptir. Nitekim kadına ve çocuğa yönelik şiddetin önlenmesi, yalnızca bireysel etik sorumluluklarla değil, toplumsal değerlerle de ilgilidir. Felsefi düşünce, toplumsal yapıları sorgulayarak ve yeniden inşa ederek, daha adil ve eşitlikçi bir toplumun temellerini atabilir. Bu, şiddetin temelinde yatan güç dengesizliklerinin ve eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasını sağlar. Felsefi bir bakış açısıyla, şiddet karşıtı bir toplum inşa etmek için toplumsal cinsiyet eşitliği, adalet, saygı ve karşılıklı sorumluluk gibi değerler güçlendirilmelidir. Bu değerler, bireylerin daha adil ve şiddet içermeyen ilişkiler kurmalarını sağlayacak temel taşlardır. Gerçekten insanca yaşayıp yaşamadığımızı sorguladığımızda ise, insanca yaşamanın, insan olmanın getirileriyle her bireyin değerli olduğunun bilinciyle hareket etmekten geçtiğini görürüz. Özgür irade, etik sorumluluk, empati ve toplumsal ilişkiler kurma yeteneği, insan olmanın vazgeçilmez unsurlarıdır. İnsan, bu yetileriyle dünyayı şekillendirme gücüne sahipken, aynı zamanda başkalarının haklarına saygı gösterme ve adaletli bir toplum inşa etme sorumluluğunu da taşır. Bunun yanı sıra, insanın sürekli kendini sorgulama ve geliştirme kapasitesi, daha insani bir yaşamın inşasında önemli bir rol oynar. Bu bilinç hem bireysel hem toplumsal düzeyde daha adil ve şiddetten arınmış bir dünyayı mümkün kılar.
Kanunların bittiği yerde insanın vicdani muhakemesi başlar!
Tarih boyunca yeterince delil bulunmadığı için serbest kalan veya herhangi bir şekilde kanunların tesir etmediği suçluların önüne geçebilmek vicdani muhakemenin kişisel çıkar gözetmeksizin etik bir düzlemde gerçekleşmesini sağlamak gerekir. Öte yandan kanunlar etkili olmakla birlikte belli bir noktada yeterli olmadığı kadına ve çocuğa yönelik şiddeti önleyemediği açıktır. Bu noktada önemli olan şiddete başvurmamanın nedeninin ceza değil, zaten insan olarak bir kadın veya çocuğa şiddet uygulanmaması gerektiğinin bilincine sahip olarak şiddeti tercih etmemektir. Aksi takdirde daha nice şiddet haberleriyle karşılaşmak kaçınılmazdır. İşte felsefe, kadına ve çocuğa yönelik şiddeti -hatta öteki sosyal sorunları da- önlemede yalnızca bireysel bilinçlenmeyi değil, toplumsal dönüşümü de amaçlar. İnsan onuru, empati, etik sorumluluk ve toplumsal değerlerin yeniden inşası, şiddeti ortadan kaldırma yolunda kritik adımlardır. Felsefi düşünme, insanları sadece düşünsel olarak değil, eylemlerini daha etik ve adil bir şekilde şekillendirmeye yönlendirerek şiddet karşıtı bir toplum yaratmaya katkı sağlar. Tam da bu nedenle felsefe insanca yaşamın kapılarını aralayan bir anahtar niteliğindedir!
Öyleyse bugün kadına ve çocuğa şiddete yönelik birçok olayla karşı karşıyayken, her bireyin kendisine sorması gereken soru şudur: Kadına ve çocuğa yönelik şiddeti durdurmak için, insanca yaşamın anlamını ne kadar kavrayabiliyoruz?
Kitabını okuduktan sonra genişleyen bakış açımın dev***lılığının buradaki metinlerle geleceğini bilmek sevindirdi, yine keyifle okudum.
Gerçekten çok güzel bir yazı olmuş beğenerek okudum yenilerini bekliyorum,kaleminize sağlık