Güzeller güzeli memleketimizin yemyeşil ormana sırtını dayamış, tek caddesi olan, şirin, sakin bir kazasında Adliye salonunda duruşma yapılıyordu uzun yıllar önce.
Davacı gencecik, selvi boylu, taşı sıksa suyunu çıkaracak gibi görünen bir kadındı. Çok güzel, yemyeşil gözleri, ipek gibi pembe beyaz teni, sarımsı yemenisinin ucundan taşan, bukleli kumral saçları vardı. Bileklerine kadar uzun, çiçekli, koyu kahve tonlarındaki eteği, uzun kollu, kum rengi gömleği, üstüne giydiği el örgüsü yeleği, kenarları oyalı yazması ile “ne şirin bir hali var” diye düşünülebilirdi. Ama durumu hiç de öyle değildi. Zelzeleye tutulmuştu sanki. “Ha yıkıldım ha yıkılacağım“ diyen, çok katlı, düzensiz binalar gibi uzaktan görülecek şekilde tir tir titreyip duruyordu.
Davalı -kadının tam tersine- sıska, ondan çok kısa boylu, avurtları çökük, soluk benizli, vücudu öne doğru eğik, az kamburca olan genç bir adamdı. İkisini yan yana gören onların evli olduğunu asla düşünemezdi.
Küçük duruşma salonu gözle görülür bir şekilde ikiye ayrılmıştı ve iki taraf da birbirine bakmamaya çalışıyordu.
Genç kadının tarafında olanlar yavaş sesle onu sakinleştirmeye çalışıyor, kimi kulağına bir şeyler söylemeye çalışıyor, kimi de sırtını sıvazlayıp sakin olmasını işaret ediyordu.
Ama genç kadın öylesine korkunç bir nöbet içindeydi ki eliyle titreyen kolunu tutup engel olmaya çalışıyor, bu defa tutan eli de oynamaya başlıyor, çenesi, titremeye katılıyordu.
Mübaşir adını sesleyince dinleyiciler arasındaki yerinden kalktı. Davacı ve davalıların durduğu masaya gitti. Kavruk adam da gelip yanına dikildi.
Kürsüden kadının halini gören Hâkim onu sakinleştirmeye çalıştı:
“-Hanım, istersen diyeceklerini daha sonra anlat. Biraz ara vereyim. Beş on dakika dinlen dışarıda. Sakinleş. Olur mu?”
Kadın şiddetle itiraz etti:
“-Yok Hâkim beyim yok! Bu iş hiç uzamasın. Bırak da diyeceğimi diyeyim.”
Sıkıntılı geçen, birkaç sefer tekrarlanan kimlik ile ilgili sorulardan sonra yanında duran sıska adama nefretle bakıp konuşmaya başladı davacı:
“- Bu canı çıkasıca, bu adı batasıca var ya bu …”
Hâkim hemen sözünü kesti:
“-Ama küfür yok, beddua yok. Güzel konuş!”
“-Sen benin ne çektiğimi biliyor musun, diye çıkıştı kadın hiddetle. Bilmiyorsun Hâkim Bey. Dur az. Beni dinle. Sözümü kesme. Diyeceğimi diyeyim. Aklımı karıştırma. Az bile dedim. Bu var ya bu, benim hayatımı mahvetti. Bu uyuşuk görünen kavruk hinin, hainin teki.”
Hâkim kadına dikkatle baktı. Biraz daha müdahale ederse sinir krizi geçirecek hale gelen bu gencecik insanın iddialarını sözünü kesmeden dinlemeye karar verdi:
“-Devam et, dedi. Lütfen dikkatli ol. Önce derdini anlat, seni dinleyeyim. Sonra kâtibe dediklerini yazdıracağım. Dikkatli anlat. Söylediklerin lehine de aleyhine de itiraf olacaktır. Beni anlıyor musun? “
Başını salladı genç kadın. Yanındakine yine ters ters baktı. Konuşmaya devam etti:
“-Ben fakir sayılmayan, tarlası, hayvanları olan ailemin tek kızıyım. Benden büyük iki ağabeyim var. Biri İstanbul’da polis oldu. Biri de tarları ekip biçiyor. Gelin, yeğenler, ninem, hepimiz aynı evdeyiz. Bizim oralarda kız okutulmaz. Sadece ilk okula gittim. On dokuza yeni girdim. Anam da zenginlik meraklısıdır. Aha şurada duran, ağlayıp burnunu çeken kadın. Başımı yakanların ilki. Genç kızlığa adım atar atmaz taliplerim kapımızı çalmaya başladı. Daha kendimi bilmeden anam ben kızımı zengine vereceğim diye herkese söyledi. Aha bu kör olasıca da bize en yakın komşu köyden. Küçücük yaşıma, deli dolu halime bakmadan bana talip oldu boynu kopasıcanın cadı anası. Daha sokakta arkadaşlarımla oyun oynuyordum. Evi işi yapmayı hiç sevmezdim. Ağabeyimle tarla işi yapmak daha kolay geliyordu. Daha on sekizimde değildim! Anam kaynanam olacak o haine ev işi, yemek neyin bilmediğimi söylemiş. O da “ben her bir şeyi öğretirim güzel kızıma. Yeter ki benim gelinim olsun,” demiş.“
Derin bir iç çekip ağlamaya başladı. Boğazı düğümleniyor, derin nefesler almak zorunda kalıyordu. Ellerinin tersiyle göz yaşlarını sildi. Titreyen sesiyle konuşmasına devam etti:
“- Anama göre çok zengin aile. Traktörleri, Anadol mu neydi, otomobilleri de varmış, tek oğulmuş, hepsi bir gün bana ve çocuklarıma kalacakmış diye günlerce kafamı şişirdi. İnat ettim. Ama bir gün beni süpürge sapıyla eşek sudan gelinceye kadar dövüp her yanımı morarttı. Beni zorla gelin etti aha şurada oturan anam olacak kadın. Beni başından savdı, daha çocuktum. Neymiş, laf, söz çıkmadan evimi, yolumu bulmalıymışım, kız evladıymışım…”
Titremesi geçmeye, konuştukça sakinlemeye başlamıştı. Tekrar göz yaşlarını sildi:
“-Ama kaynana daha on beş gün geçmeden önüme evin bütün kirli çamaşırını yığdı. Üç gün yatıp kalkıp çamaşır yıkattı bana. Nasıl yıkanacağını bilemediğim için ellerin cılk yara oldu. Üç katlı köy evini temizletip duruyordu. Yemeklerimi hiç beğenmiyordu. Ama yemek yapmayı bilmiyordum ki. Başımda duruyor, küfür bela, durmadan bağırıyordu. Üç görümce de annelerinden beter çıktı. Böyle altı ay geçti. Bir sabah yerimden kalkamaz oldum. Hastalandım. Otomobile bindirip baba ocağına atıp gittiler beni.”
Derin nefes alıp sustu bir müddet. Belliydi ki bağıra çağıra ağlamamak için kendisini zor tutuyordu. Cebinden çıkardığı kenarları dantelli mendiliyle göz yaşlarını sildi. Kekeledi:
“-Hâkim Bey, ölümü getirselerdi daha iyiydi benim için. Hemen dedikodu başladı, anamın eziyeti de. İyileşir iyileşmez babamdan dayak yedim. Birkaç gün sonra ağabeyimle beni geri gönderdi anam. Tekrar eziyet başladı. Hem de katmerlisi. Bu yanımdakini görüyor musun, aha bunu? Bu haline bakmadan anasının, kız kardeşlerinin sözüne bakıp geceleri sopa ile dövdü. Gidecek başka kapım olmadığı için katlandım.”
O sırada kaynanası itiraz edip bir cümle söyleyecek oldu:
“-Yalan söylüyor olmaz olasıca. Oğlum sen de konuşsana. Hâkim Bey, hep yalan…”
Hâkim onu hemen susturdu:
“-Hanım konuşma, müdahale etme. Atarım dışarı. Köy meydanı mı sandın burayı?”
Ama kaynanasının sesi onun tekrar bir titreme nöbeti geçirmesine sebep oldu. Duruşmaya kısa bir ara verildi.
Ağabeyi dışarıda kardeşine bir bardak su içirdi, ellerini, bileklerini kolonya ile ovdu. Kulağına sakin olmasını tembihleyip durdu.
Mübaşir seslenip hepsini içeri aldığında daha sakinlemiş görünüyordu gencecik kadın. Konuşmaya başlayınca sesi yine titremeye başladı:
“- Tekme, tokat, küfür, günah üç ay daha geçti. Bir akşam bu kavruk pek bir güler yüzlü geldi yanıma. İstanbul’daki ağabeyimi özleyip özlemediğimi sordu. Özlemem mi? Beni sadece o sever, o anlardı. “Hazırlan, her şeyini al yanına. Yarın gidiyoruz. Birkaç ay kal ağabeyinle. Dinlen,” dedi. Şaşırdım. Hâkim Beyim. Tam da harman vakti. İşin gücün en çok olduğu zaman. İnandım. Hemen o gece kötü bir çuvala üç beş giyeceğimi koydum. Bende bavul neyin yoktu ki. Erkenden yola çıktık. Kimsecikler yolcu etmedi.”
Derin bir iç geçirip susunca bu defa annesi ayağa kalkıp bağırdı:
“-Kız, her olanı anlatsana. Bileziklerini kolundan çekip almadılar mı?”
Kaynana da cevap vermeye kalkınca ortalık karışmak üzereydi ki Hâkim hemen sesini yükseltti:
“-Hepinizi dışarı atarım! Hele siz iki çok bilmiş ana. Ağzınızı açmayın.”
Sonra davacı kadına devam etmesini söyledi.
“-Tren istasyonuna geldiğimizde kimsecikler yoktu,” dedi gencecik kadın. “Meğer bindiğimiz tren yolcu treni değilmiş. Yük treni imiş. Nerden bilirdim ki. O zamana kadar ben sadece okul kitaplarında tren görmüşüm. Sadece kasabamı bilirdim. İki defa da şehrimize indim ömrüm boyunca. Hele İstanbul’u hayal bile edemezdim. Neyse… Tren istasyonunda iki görevliye para verdi bu kavruk. Koca koca yüklerin, sandıkların dolu olduğu bir vagona bindik. Yolculuk başladı. Ama ne yolculuk isin, pisin arasında. Kömür kokuları da cabası. Git git bitmez. Uyanırım, bitmez, uyurum bitmez. Çıkınıma tıkıştırdığım küflü peynir ile kuru ekmeği paylaştım aha bir meymenetsizle. İnip de bir bardak sıcak çay getirmedi. Sadece sustu. Tek kelime etmedi. Anası konuş derse konuşur, otur derse oturur. Neyse ki neyse… İki günün sonunda bir gece yarısı tren durdu. İstanbul’a geldiğimizi söyledi. Trenden indik. Şaşırdım kaldım. Hayalimdeki İstanbul yoktu ortada. Tren rayları, duran bir koca yük treni ve uzakta ışıkları yanan tek katlı iki bina. Hepsi bu kadar! Bu kavruk da o tren raylarının ortasında beni bıraktı, döndü arkasını, gitmeye başladı.”
Hâkim ilk defa şaşkınlığını belli edip sordu:
“-Nasıl? Anlamadım. O kısmı bir daha, güzelce anlat. Sakin ol.”
Ama genç kadın o anı tekrar yaşamaya başlayınca artık dayanamadı, sandalyeye çöküp başını masaya dayadı. Hıçkırıklarla ağlamaya başladı.
Duruşmaya tekrar ara verildi. Gözyaşları içindeki kadını ağabeyi koluna girip dışarı çıkardı. Hâkim ara kapıdan odasına geçti. Mübaşir herkesi dışarı çıkardı. Salonun kapısını kapattı. Yola bakan pencerelerden birini açtı. İçeriye yağmur sonrası toprak kokusunu yayan hava dolmaya başladı.
Yıllardan sonra artık neredeyse hiçbir şeye yorum yapmayan yaşlı Kâtip yorgun vücudunu gerip esnetti. Başını sağa sola salladı, kendi kendine konuştu:
“-Ah var ya.. Var ya şu iki ihtiyar cadıyı gelişi gidişi olmayan bir adaya süreceksin. Otursunlar, birbirini yesinler. Şu kız çocuğunun hayatını mahvetmişler. Bakalım daha neler anlatacak!”
Az sonra Hâkim içeri girdi. Mübaşir seslendi, Davacı ile başı hep önde olan, duruşma boyunca hiç sesi çıkmayan davalı yan yana geldi. Ardından hemen iki tarafın meraklıları içeriye doluştu. Yerlerine aceleyle oturdular. Küçük duruşma salonunu hafif bir mırıltı doldurdu.
Hâkimin konuşmasıyla sesler kesildi:
“-Devam et hanım, sonra ne oldu?”
Genç kadın yutkundu. Nasıl anlatacağını bilemedi önce. Biraz düşündü. Sonra kararlı bir şekilde konuşmaya başladı:
“-Bu kör olasıca bana “boş ol” dedi.”
Dinleyiciler arasından nida sesleri yükselirken Hâkim duyduğuna inanamadı. Şaşkınlıkla sordu:
“- Dur bir dakika. Oraya nasıl geldin? Daha raylarda idin. Kocan arkasını dönmüş gidiyordu. Sonra ne oldu?”
Gözleri yaşardı kadının. Yeni bir ağlama tufanının başlamasından korkarak hızlı hızlı konuşmaya devam etti:
“-He beyim. He! Arkasını dönmüş gidiyordu. Ben de peşinden seyirttim, yakaladım. Nereye gittiğini sordum. Çekti kolunu, beni şiddetle itti. Boş bulunup rayların üstüne sırtüstü düştüm. Bana dedi ki “bundan sonra dünya, ahret bacımsın. Boş ol, boş ol, boş ol!” Ardından koşa koşa uzaklaştı karanlıkta. Ben öyle o üç kuruşluk çuvalla ortada kalıverdim. Düşün beyim, benim yerime kendini koy! Gecenin bir yarısı, tren vagonlarının yanında, rayların üstüne sırtüstü düşmüş kimsesiz bir kadın… Başına neler gelmez ki bir sütsüzle karşılaşırsa.”
Derin bir iç çekip sustu. Ama salonda uğultu tekrar başladı. Hâkim sinirlendi, yine susturdu iki tarafı da. Sonra sordu:
“-E, sonra ne yaptın? Anlatsana be hanım?”
“-Ne yapacağım Hâkim Beyim, dedi kadın hüzünle. Önce bir güzel ağladım. Sonra yürüye yürüye o ışıklı, derme çatma binalara gittim. İçeridekilerin hepsi asker elbiseli idi. Onlara “kocam beni demin boşadı” diyemezdim. “Ağabeyimi ziyarete geldim, yolu şaşırdım,” deyip yardım istedim. Meğer o iki bina jandarmanın karakoluymuş. Bana su verdiler, çay, simit neyin ikram edip karnımı doyurdular. Hemen telefon çevirip, adı telsizmiş, işte o aletle polis olan ağabeyimi aramaya başladılar. Sabaha kadar sandalye üstünde onu bekledim. Kirpiğim kirpiğime değmedi. Öğleye doğru ağabeyim geldi, beni alıp evine götürdü. Çok eziyet çektim, çok acılar yaşattılar bana. Hepsinden şikâyetçiyim Hâkim Beyim. Ama en çok da bu kavruktan. O geceyi, sırtüstü düşüşümü, kafamın raylara vuruşunu, acısını, o gökteki yıldızları, ayı hiç unutamıyorum. Hep aklımda. Bu kör olasıcadan tiksindim ben. Görünce beni işte böyle titremeler tutuyor. Boşa beni Hâkim Beyim, bütün haklarımı da al bundan. Bir avukat ağabey bana yardım etti. Tazminat hakkını, nafakayı da iste dedi.”
Derin nefes alıp sustu. Yanındakine nefretle baktı.
Davalı tazminat ve nafaka kelimelerini duyunca irkildi. Eğik duran başını kaldırıp kadına baktı. Hin hin gülümsedi. Salondan sesler yükseldi, en çok da kaynananın sesi:
“-Beş kuruş vermeyiz. Gül gibi oğlumu çürüttü bu rezil!”
Hâkim sert bir şekilde ikaz etti yine. Davacının anlattıklarını hızlıca zapta geçti. Daktilo tıkırtıları bittikten, imzalar atıldıktan sonra davalıya döndü, sordu:
“-Hanımın anlattıklarını duydun. Sen ne diyorsun?”
Davacı ellerini göbeğinin üstünde bağladı. Gösterişli bir saygı ifadesiyle konuştu:
“-Hürmetlerimi arz ederim Hâkim Beyim, estağfurullah! Naçizane derim ki yok öyle bir şey. Yalan söylüyor. Ben onu hiç bilmediği yerlerde bırakacak insan mıyım? Helalimdir benim o.”
Bu defa salondan homurtular yükselince Hâkim bağırıp yine susturdu herkesi. Davalıya tekrar sordu:
“- Karın yalan söylüyor öyle mi? Dövüyormuşsun. Hepiniz eziyet ediyormuşsunuz. Ayrıca… Söyler misin neden ağabeyinin evinde?”
Adam pişkin pişkin gülümsedi:
“-Hâkim Beyim, az dinlensin diye gönderdim. Yalan söylüyor. Ara ara böyle şımarıklık yapar. O benim nazlı gülüm. Ben karımı çok seviyorum. Boşanmak istemiyorum.”
Davacı duyduklarına inanamayıp ona şaşkın şaşkın baktı. Sonra titremesi gözle görülür şekilde arttı. Çeneleri birbirine vurarak öfkeyle bağırdı:
"-Yalancı kavruk! Mehir vermemek için bütün bu lafların hepsi. 40 altın lira mehir ödeyecek bana. Evlenirken kâğıda imza attı!"
Hâkim dosyaya tekrar baktı. Sonra Kâtibe döndü:
“- Yaz Kâtip. Bir: Taraflara delillerini sunmaları için kanunda belirlenen sürenin verilmesine..”
Ama sözünü bitiremedi. Davacı kadın büyük bir şaşkınlıkla sordu:
“-Şimdi… Ben… Bugün boşanamayacak mıyım?”
Hâkim durumu anlattı. Dosyanın tamamlanması için bütün delillerin değerlendirilmesi şarttı.
Kadın titremesini engellemek için kollarını birbirine sarıp Hâkimi başını sallayarak büyük bir dikkatle dinledi. Sonra pencereden dışarı baktı. Başını hınçla tekrar hem de birkaç kez salladı. Bir şeyler mırıldandı. Bekledi.
Ara kararın yazılmasını tamamlayan Hâkim duruşmayı bir ay sonraya erteledi.
Ağabeyi hemen geldi, kolunu kadının omuzuna attı. Yaprak gibi titreyen kardeşini dışarı çıkarttı. Kulağına durmadan sakin olmasını, onu desteklediğini fısıldamaya başladı.
Dinleyiciler çok aceleleri varmış gibi neredeyse birbirini iterek hemen salonu boşaltırken Mübaşir dışarı çıktı, kapıyı kapattı. Niyeti bir sonraki dosyanın taraflarını çağırmaktı. Ama bu mümkün olmadı. Dışarıda kıyamet koptu. Davacı kadın az ileride yürüyen ve kendisine arkası dönük olan davalıyı kolundan çektiği gibi yere düşürdü. Altına aldı. Kafasından yakaladı, başını zemine vurdu, ardından yüzüne peş peşe yumruklar savurmaya, bağırmaya başladı:
“-Bak! Burada da raylar var. Şimdi kim kurtaracak seni namussuz! Şimdi sen boş ol, boş, ol! Cehennemin dibine kadar yolun var!”
Feryat haykırışları, küfürler, tok vurma ve çarpma sesleri birbirine karıştı.
Ağabeyi başta olmak üzere beş altı kişi kadının üstüne abandı, kollarından, bacaklarından tutup çekiştirdiler. Zorla davalının üstünden aldılar.
Mübaşir heyecanla tekrar içeri girdi. Hâkim hemen odasına çekilmişti. Kâtip pencereden caddeye bakıyordu. Az sonra kadını gördü. Çığlıklarını da duydu. Bağıra bağıra ağlıyordu. Üstü başı yırtılmış, başörtüsü düşmüştü. Ağabeyinin omuzuna yaslanmıştı.
Hemen geri döndü kendisine hüzünle bakan Mübaşirle göz göze geldi:
“-Olacağı buydu, dedi. İnşallah aklını kaybetmemiştir. Sınırda gibi geldi bana. O herife ne oldu?”
“-Ağzı, burnu, kafası kanıyordu. İki kişi kollarından tutmuş dışarı çıkarıyordu,” diye cevap verdi Mübaşir. Herhalde sağlık ocağına götürüyorlardı. İşin kötüsü, şimdi bu adam gider karakola. Kadını şikâyet eder. İster misin tutuklansın?”
Kâtip hüzünle gülümseyip dedi ki:
“-Hiç şaşırmam…”