35 yıldır ülkemizde gelenek haline geldi. Her yıl 8 Mart günü Dünya Kadınlar Günü olarak kutluyoruz.
8 Mart tarihinin belirlenmesi aslında 16 ve 18. yüzyıllarda Fransa ve İngiltere başta olmak üzere, kadınların kapitalizme karşı baş kaldırışıyla başlıyor. Evlerinde oturmak istemeyip çalışmak isteyen kadınların bu arzusuna, ileriki yıllardaki kadın işçilerin işverenle karşılaştıkları hak arama mücadelesi de öncülük etmiş kadın günü kutlamaları için.
16. yüzyıl ile 21. yüzyıl arasında tam tamına 500 sene var. Nereden nereye geldiğimizi hala tartışıyoruz. Kadın hakları ve kadınların iş meslek edinmeleriyle ilgili mücadeleler hala sürüyor.
Çok şükür ki, Türkiye olarak bu konuda kadınlarımıza öncelik veren bir ülke görünümündeyiz. Çünkü, ulusumuzun kurtarıcıcısı ve Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk 1934 yılında kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmasına yol açmıştır. Aslında Türkiye’de kadın hakları 1924 yılında Türk Kadınlar Birliği’nin kurulmasıyla dillendirilmeye başlanmış. 1930 yılında çıkarılan belediye yasasında ise, kadınların yerel yönetimlerde seçilmesi ve muhtar olmalarına izin verilmiş. 1934 yılındaki kanunla da milletvekili olmalarının yolu açılmıştır.
Dünyadaki ve ülkemizdeki kadın haklarının savunulmaya başlanması yolculuğu böyle seyir ediyor.
Kadınların topluma kazandırılması, sırf çocuk doğurup anne olan, evinde kocasıyla, çocuklarıyla ilgilenen, yemek yapıp, patates, soğan soyan, çamaşır yıkayan, temizlik yapan bir birey olarak görülmekten çıkıp,çalışma yaşamında da faydalı olabileceklerinin görülmesiyle başlıyor.
Eşine ve işine zaman ayırıp, aynı zamanda çocuk doğuran, ailesiyle mutlu bir yaşam süren, hem kariyer hem de çocuk yapan pek çok çalışan kadınımız var.
Hani derler ya, beş parmağın beşi de bir olmaz diye. İşte kadınlarımız da öyle. Her biri, elindeki bilgi, tecrübe ve yaşam tarzı bakımından elde ettiklerini, çevresiyle ve ailesiyle paylaşmaktan mutlu oluyor.
Tarihimizde, hatta Kurtuluş Savaşı yıllarında bile Türk kadınlarımızın gururu olan Ayşe’ler, Fatma’ların hikayeleri, destanları anlatılıp duruyor.
Sırtında top mermisi taşıyan annelerimiz, cephe gerisinde askere karavana hazırlayan kadınlarımız, genç kızlarımıza borçluyuz biz bu güzel ülkemizi.
Bütün bunlara rağmen, ülkemizde kadın hakları ve insanlar arasındaki ayrımcılıkta ortak payda sağlanmamasının endişesini yaşıyoruz. Daha geçtiğimiz yıl yaptığımız 12 Eylül Anayasa Referandumundakadınlara yönelik pozitif ayrımcılıkla ilgili kanunun anayasamıza girmesini sağladık. Bir nevi kadınlarımızın koruma altına alınmasında anayasal kalkan oluşturduk.
Aslında, toplumun nüfus bakımından yüzde 50’sinden fazlasını oluşturan kadınlarımızın, kendi iş, meslek ve becerileriyle kendi ayakları üzerinde durmalarını sürekli desteklememiz gerekiyor. Onları, toplumdan uzaklaştırmak yerine, eğitimle, tahsil yaşamlarını sürdürmelerine yardımcı olmakla işe başlayabiliriz. Ya da, kızlarımızı, okuyabildikleri kadar okutup, bilgili bir insan olarak bu topluma kazandırmaya, faydalı hale getirmeye ve bilinçli birer anne olmaya özendirmeliyiz.
İki tane kız evladı olan bir baba olarak merak içindeyim. Toplumda ayrımcılık yerine eşitlik ilkesini seçip sorunların beraberce çözümü için daha ne bekliyoruz? Kadınlarımıza ne zaman fırsat verip de onların işte, evde, siyasette başarılı olmalarını sağlayacağız?