Tarih, kültür ve turizm başkenti olma yolunda emin adımlarla ilerleyen Bursa’da, küçük de olsa bazı sorunlar insanı öylesine sinirlendiriyor ki, sormayın gitsin.
Yolda yürürken, ayakkabınızın topuğunun yaya kaldırımlarındaki taşların arasına girmesinden tutun da, bazı raylı sistem istasyonlarında yağmurlu havalarda biriken sular nedeniyle yoldan geçen araçların üzerinize su sıçratmasına kadar ufak tefek sıkıntılarımız var.
Tam, trene yetişeceksiniz, zaten hava da yağmurlu koşar adımlarla merdivenleri inmeye çalışıyorsunuz, yoldan geçen ve sizi görmeyen, sizin de onu görmenize imkan bulunmayan bir aracın pis suları elbiselerinizin üzerine sıçratması gününüzü mahvediyor.
Belediye otobüsüne binmişsiniz.
Otobüs şoförü yavaş gitmek nedir bilmiyor. Habire gaza basıyor. Sizler, içinde yolcu değil sanki birer un çuvalısınız.
Sağa sola yalpalayıp, bazen koltuk demirlerine sıkıca tutunmak, bazen de askıları koparırcasına asılmak zorunda kalırken, içinizden geçen duaları okumanız gayet normal.
Otobüse binerken daha şoförün yüzü gülmüyor. Sizi, para kazandığı, midesini doyurduğu, çoluk çocuğuna nafaka götürdüğü yolcu ve müşterisi olarak değil de sanki yolda istemeden karşılaştığı ve arabasına almak istediği kişi gibi görüyor.
İnsanların hali gerçekten bir garip.
Bu tür olayları şikayet etmekten artık bıkmışlar.
Yuları salınmış at gibi kendilerine bu şekilde hizmeti reva görenleri iyi niyetlerle anıyorlar.
Diploması olmuş. Bilmem ne okulunu bitirmiş.
Bunların hepsi göstermelik. Bence insan olmak en değerli duygu.
İnsanların birbirlerine yardım etmesinden daha kolay ne var ki?
Arabanızla giderken yolda gördüğünüz eşinizi, dostunuzu, komşunuzu yarı yolda bırakmak mı iyidir? Yoksa, onunla birlikte hoş sohbet içinde yolculuk etmek mi?
Bu soruları hemen yakınımda bulunanlara sordum.
Sokakta ilk karşılaştığım arkadaşım, “beni görmeyenleri ben hiç görmem” dedi.
Bir başka arkadaşım ise, “bu devirde kimse kimseye bedava yardım etmiyor. İlah ki bir çıkarı olacak ki sana selam versin!” dedi.
Başka kimseye sormadım.
Baksanıza selam vermek bile çıkar ilişkisine bağlanmış.
Bu mudur, sosyal yaşam. Paylaşım. Yardımlaşma?..
Elbette değil.
Ama, ekonomik sıkıntılar, toplumda erozyon yarattı.
Bence, bu erozyonun ana kaynağı göç.
İnsanlar arasındaki kültürel yetişme eksikliği.
Bir başka etken de gelinen yerdeki örf, adet ve geleneklerin de aynen bu yeni yerleşim alanında da yaşanmak istenmesi.
İşte o zaman elbise dikiş tutmuyor.
Kimse, kimsenin dilinden anlayamıyor.
Aslında, ne yapmak istediğimiz, neleri ne zaman yapacağımız belli. Ama, bizler kendi kendimize güçlük çıkarıp, sonra da “bu iş olmuyor” diye hayıflanıyoruz.
Bu kadar basit.