Ünlü Rus yazar TOLSTOY’ un ikinci eseri olan 19. yüzyıl Rusya’sının toplumsal aile yapısını anlatan ANNA KARENINA adlı eseri bireysel yaşam ile toplumsal yaşam arasına sıkışmış insanların bireysel değerler ile toplumsal değerler arasındaki çatışmalarını en üst düzeyde kendini ifade ettiği bir eser olarak karşımıza çıkmaktadır.
Birey için kendisi mi önemlidir, yoksa toplum mu? Birey kendisi için mi yaşamalıdır, yoksa toplum için mi yaşamalıdır bu hayatta? Ya da ne zaman birey kendisi için yaşamalıdır, ne zaman birey toplum için yaşamalıdır? Birey kendisi için yaşadığında toplum ile çatıştığı durum ve şartlarda ne yapmalıdır? Vazgeçmeli midir, yoksa her türlü toplumsal baskılara rağmen kendi bireysel yaşama anlayışını devam mı ettirmelidir?
Birey toplum için midir, yoksa toplum birey için midir? Bir tercih yapmak zorunda kalınırsa hangisi tercih edilmelidir? Bireyselleşmeyi mi, toplumsallaşmayı mı? Bireyselleşirken toplumsallaşabilir miyiz? Toplumsallaşırken bireyselleşebilir miyiz? Var oluş bireyselleşmeyle mi olur, yoksa toplumsallaşmayla mı olur? Birey kendi var oluşunu nasıl ve ne şekilde sağlar ve/veya nasıl ve ne şekilde sağlayacaktır?
İşte bu noktada TOLSTOY, ANNA KARENINA adlı eserinde birey ile toplumu kendi bakış açısına göre 19. yüzyıl Rusya’sının içinde bulunduğu ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal şartlara göre insanın iç dünyasına bir psikolog gibi girerek psikolojik tahlilini yapmıştır. Kim bilir belki bu yüzden TOLSTOY’un ANNA KARENINA eseri iki yüzyıldır değerini korumuş ve 2007 yılında TIME DERGİSİ tarafından dünyanın en önemli birinci eseri olarak seçilmiştir.
Eser 19. yüzyıl Rusya’sının iklim şartlarında geçmektedir. Anna aristokrat bir bürokrat ile evli ama toplumsal yaşam içinde boğulup kalmış kendisini ailesine adamış bir kadın olarak karşımıza çıkmaktadır. Tolstoy Anna karakterini toplumsal yaşam kurallarına uygun bir şekilde yaşayan bireysel yaşam taleplerini kendi iç dünyasına hapsetmiş bir kadın karakter olarak karşımıza çıkartmaktadır. İşte burada Anna kendi var oluşunu sorgulamaktadır? Evli ve çocuk sahibi bir eş bir başkasına aşık olabilir mi? Toplumsal kuralların zina kabul ettiği bir durumu, yasak aşkı yaşayabilir mi? Anna için en önemli şey içinde bulunduğu toplumsal şartlara göre yaşamaktı, bir gün karşısına iç dünyasına hapsolmuş bireysel yaşamının talepleri çıkana kadar. Evli ve çocuk sahibi bir anne ve eşin kendi iç dünyasına hapsolmuş bireysel bakış açısından kaynaklanan talepleri ne kadar meşrudur ve toplumsal yaşam içinde toplumsal değerler ve toplumsal kurallar içinde ne kadar kendini meşru kabul ettirebilecektir? İstemek, talep etmek her zaman ve her durum karşısında meşru mudur? Bireyin birey olmasından kaynaklanan istekleri ve talepleri toplumsal yaşam içinde toplumsal değerler ve toplumsal kurallar içinde bir anlam ifade etmedikçe ne anlam ifade edecektir?
Üstad Çetin ALTAN’ın “Hayat yaşandığı kadardır. Gerisi hafızadaki hatıradır. Hüsranı ise tek bir yerde kabul etmiyorum. Yaşamak mümkünken yaşayamamış olmakta” sözünde ifade etmeye çalıştığı yaşandığı kadar olan hayat toplumsal değerlere ve toplumsal kurallara uygun bireysel bakış açısına sahip bir hayat mıdır? Yoksa her türlü toplumsal baskılara rağmen bireyin kendi iç dünyasından kaynaklanan bireysel bakış açısına sahip olan bireysel isteklerin ve taleplerin ön planda olduğu yaşanan hayat mıdır? Anna karakteri bu durumda toplumsal değerler ve toplumsal kuralların belirlediği yaşadığı hayatı mı yoksa kendi iç dünyasına hapsolmuş bireysel bakış açısına sahip toplumsal değerlerle ve toplumsal kurallara göre meşru kabul edilmeyen hayatı mı yaşamalıdır? Nedir meşru olan ile meşru olmayan? Toplumsal değerlere ve toplumsal kurallara uygun olan mıdır? Yoksa bireysel değerlere ve bireysel bakış açısına uygun olan mıdır? Nedir meşru olan meşru olmayan bu hayatta? Var oluş meşru mudur? Var oluş sancısını çekerken.
“kalın felsefeyle”